Rabıta Şirk midir?

RABITA NEDİR Ve FENA FİŞŞEYH NEDİR?

Yazan: Bekir Abdullah
Rabıta; kelime manası itibari ile bağlantı kurmak anlamındadır. Bir kimsenin bir kimseyi hayal etmesi de rabıtadır. Her insan eşini, çocuklarını ve dostlarını her gün belli zamanlarda hayal etmesi de bir çeşit rabıtadır.. Yaşayan, aklı ve şuuru yerinde olan her insan, ya sevdiklerini ya da sevmediklerini veya bunlarla alakalı olmayan şeyleri düşünmek durumundadır.

NOT: Kadınlar şeyhin suretini hayal etmezler. Onlar gözlerini yumar, iki kaşlarının arasından sadece İlahi bir nur tahayyül eder ve ona odaklanırlar ve o nurun Cenabı Hakkın isminin kendisi olmadığını sadece O’nun isminin nurunun bir tecellisi(yansıması) olduğunu  düşünürler..
Rabıta; irâdî ve gayri ihtiyari olmak üzere iki türlüdür..

1- Gayri İhtiyari Rabıta: Her insanın ayık olduğu her an içinde yapmış olduğu düşüncelerin tamamına irade dışı rabıta denir.

2- İrâdî Rabıta: Kendisine değer verilen bir şahsın suretini göz önüne getirerek onun Allah katındaki değerini, iyiliklerini, kalbî güzelliklerini düşünerek onun manevi rengine bürünmek yani; onun ahlakı ile ahlaklanmaktır. Nitekim, Peygamberimiz bir hadisi şerifinde “Allah’ın ahlakı ile ahlaklanınız” buyurmaktadır. Hiç şüphesizdir ki, Allah’ın ahlakı Kur’an ahlakıdır. Onun en güzel yaşayan örneği Peygamberimiz olmuştur. Peygamberimizin ahlakını en güzel yaşayanlar ise evliyaullahtır. O halde Peygamber ahlakını ahlak edinebilmek için onun ahlakını en güzel yaşayan canlı örnekler olan mürişidi kâmillere bakmak gerekir. Şayet, dini kitaplardan okuyarak güzel ahlak edinmek mümkün olsaydı onca ilahiyatçı sapıklar meydan gelmezdi.

İradî Rabıta İbadet midir.?
Rabıtanın ibadet olduğunu söyleyen hiç bir meşayih yoktur. Şu halde rabıta yapmak yani; sevenin sevdiğini veya saygı duyanın saygı duyulanı ululamadan düşünmesi ibadet değildir.
İbadet bir kimseye ta’zim yaparak onu ululayarak ona kulluk yapmaktır. İçinde ta’zim olmayan kulluğa ise kölelik denir.

SORU: Rabıtanın sufiler tarafından uydurulduğu söylenilmektedir. Hatta bu hususta bazı kimseler daha da ileri giderek Kur’an’dan bazı ayetlere yanlış anlam vererek rabıta yapanların müşrik olduğunu söylerler. Örneğin; “
-” Dikkat et, hâlis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp kendilerine bir takım dostlar edinenler: Onlara, bizi sadece Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola iletmez. (Zümer-3)

Bu ayeti ehli sünnet alimleri nasıl anlamışlardır ve İslam’da rabıtanın yeri nedir?

CEVAP: Elmalı Hamdi tefsirinde ve diğer Ehli Sünnet ulemasının tefsirlerinde Zümer Suresi 3. ayetin tefsiri şu manada yapılmaktadır:

-” Şirk koşanlar, hep Allah’tan aşağı olanlardan birtakım veliler, koruyucular tutmak isterler. İsterler ama O’ndan başka velilere, emir sahiplerine tutunanlar, gerek “İlahları, bir tek ilâh mı yapmış?” (Sâd, 38/5) diyenler gibi putlara, gerek meleklere ve gerekse İsâ gibi şerefli kullara ilâh diye sarılanlar “Biz onlara ancak, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz derler.” (Zümer-3)
Görüldüğü gibi ilgili ayet putperestler ve İsa’ya “ilah” diyen Nasara hakkında nazil olmuştur. Zira onlar Allah’tan başkasına ibadet etmektedirler. Tefsirde de böyle ifade edilmektedir. Bu sefiller rabıta yapan, Allah’tan başkasına ibadet edilmeyeceğine iman eden müminleri o putperestlere benzetme gafletine düşmekteler. Dikkat edilirse ayette; “Biz onlara sadece bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.” ibaresi geçmektedir. Hak yolda olan hiç bir sofi asla, kendisini Allah’a yaklaştırmak için şeyhine ibadet etme sapıklığında bulunmaz. O sofi ancak, Allah’a kulluk eder ve şeyhini Allah’a yaklaştırma hususunda şeyhini bir rehber bir üstat bilir.

Sufiler herkese Allah’ı sevdirmeye çalışan gerçek müminlerdir.. Buna rağmen anlayış fukarası, basiretleri bağlı Molla Kasım zihniyetli okumuş ama okuduğunu anlayamamış bazı cahiller, bu ayetlere yanlış mana vererek temiz müminlere şirk atfetmekteler.
Şirkin ne olduğundan habersiz gafiller kalkıyor başkalarını şirkten kurtarma çabasına girişiyor. Oysaki bu kimseler ikilik şirk batağına saplanmış, varlık pisliğinin içinde yüzen pislik böcekleri gibidir. Bunlar farkında olmasalar da bu da şeytanın onlara oynadığı oyunlardan birisidir.

Tekrar ediyoruz ki hiç bir sofi Allah’tan başkasına kulluk etmez ve şeyhinin sadece Allah’ın değerli bir kulu olduğuna inanır.  Her türlü faydayı Allah’ın yarattığına, tek kuvvet ve kudret sahibi Allah’ın olduğuna, başkasının ma’budluğa hakkı olmadığına bütün kalbi ile inanır.
Vesile hakkında Allahu Teala şöyle buyurmaktadır, mealen;

-” Ey inananlar, Allah’tan korkun, (vebteğû ileyhil-vesileh) O’na yaklaşmaya vesile arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki, kurtuluşa eresiniz.” (Maide-35)

Ayette görüldüğü gibi (vebteğû ileyhil-vesileh)  “O’na (Allah’ın rızasına) yaklaşmak için vesile arayın” buyurulmaktadır. Bu vesileye sadece Kur’an’ın zahiri olan farzları yapmak ve haramlardan kaçmak olarak bakanlar yanılmaktadır. Zira Kur’an’ın zahiri olan emir ve yasaklar elde olan bir mevcuttur. O halde Kur’an’ın başka bir emri olan ihlası elde etmek ve riyadan kurtulmak için olan vesile nasıl bir vesiledir..? Görünürde olmayan bu vesile, Kur’an’ın zahirini ve özünü bilen ve anlayan rasihun alimlerdir. O alimler ise İmamı Rabbani hazretlerinin belirttiği nefsini kötü huylardan tezkiye, ruhunu Allah sevgisinin haricindeki sevgilerden tasfiye etmiş mürşid-i kâmillerdir. O halde Allah’ın rızasına ulaşmak için Allah’ın rızasına ulaşmış kimseler aranmalıdır. Kendisi boğulmakta olan birisi başkasının kurtuluşuna naslı vesile olabilir..?

S O R U :
Bir selefiyeci şöyle bir soru sormaktadır:
“Peygamber veya sahabelerin rabıta yaptığını isbat edebilir misiniz..?

CEVAP:
Gönlü bir an Allah’tan gafil olmayan Peygamber efendimiz  neden ve neye rabıta yapsın..?
Bu sapkın adamlar Peygamber efendimizin  mübarek gönüllerini kendi paslı gönülleri gibi sanarak böyle densiz sorular sormaktalar. Şu iyi bilinmelidir ki, Peygamberler ve mürşid-i kamiller rabıta yapmaz murakabe yaparlar. Sahabelerin her birisi de birer mürşidi kamil olduğuna göre onlar ancak murakabe yapmışlardır. Ancak onlarında bidayette Rasulullaha rabıta yaptıkları varidtir. Bunun bariz örnekleri vardır. Hz. Ebu Bekir(r.a.) ve İbn-i Abbas(r.a.) gibi sahabeler ve tabiinden Üveysi Karani bunlardandır. Üveysi Karani (k.s.), Rasulullahı yıllar boyu görmeden hayal ederek yani; rabıta ederek yaşadı. Rasulullahın onun hakkındaki övgülerini duymayan yoktur sanırız.

 
TASAVVUFÎ RABITA NEDİR?
Tasavvufi Rabıta; ruhunu ve nefsini her türlü kötülükten arındırmış Allah dostu kamil ve mükemmil bir zâtın gönül aynasına yansıtılan marifetullahı ve İlahi nurları, baş gözünü kapayarak gönül gözü ile gözler kapalı olarak seyretmek için kurulan manevi bağlantıya RABITA denir.
Rabıta demek, düşünce bağı demektir. Her insanın yaşam süreci içinde her an gönlü, aklı ve düşüncesi bir şeylere rabıtalıdır. Allah’ın Rasulü’ne (s.a.v.), Eshab-ı Kiramdan (Allah Onlardan razı olsun) bazıları;
-“Ey Allah’ın Rasulü bizim aklımıza bazen öyle kötü şeyler geliyor ki bunları size söylemekten haya ediyoruz. Bu durum hakkın da ne buyurursunuz?” diye sorduklarında, Allah’ın Rasulü onlara şu mealde cevap verir:
– “Aklınıza gelen kötü düşünceleri kötü bilmeniz imandandır.”
    Bu da şu demek oluyor ki, Sahabelerin dahi akıllarına kötü düşünceler gelmektedir. O halde insanın gönlü bir havuz mesabesindedir. Ona her türlü düşünce akmaktadır. Peygamber aleyhisselam Efendimiz yukarıda geçen hadisi şerifte, kalbe gelen kötü şeyleri akıl gücü ile temyiz edip, kötü düşünceleri kötü bilmeyi imandan olduğunu bildirerek konuya açıklık getirmektedir. Her insanın rabıtası, ilminin seviyesi ile orantılıdır.
Kişinin aklı, inancı,  sevdiği veya korktuğu şeyler her ne ise,  bağlantısı, yani; rabıtası da onunla ilgilidir.
Peygamber(s.a.v.) Efendimiz alimler hakkında buyurdular ki:
-“Alim ölse bile diridir, cahil diri olsa bile ölüdür.”
 -“İlim ibadetten üstündür.” 
Peygamber (s.a.v) Efendimiz; (Zikrü’s-sàlihîne keffâretü’z-zünûb) (Deylemi)
-” Salihlerin anılması günahlara keffarettir. “diye buyurdu.

-” Peygamberleri anmak, hatırlamak ibadettir. (Deylemi)”
-” Âlimin yüzüne bakmak ibadettir.” (Ebu Davud)
-” Âlim ile oturmak, yüzüne bakmak ibadettir.” (Hâkim)
İmam Caferi Sadık (k.s.) hazretlerine; “Âlimin yüzüne bakmak ibadettir.” hadisi şerifi sorulduğunda şöyle açıklamada bulunmuşlardır: “Bundan maksat, kendisine bakıldığında sana Allah’ı ve ahireti hatırlatan alimdir. Bunun tersi olan kimseye bakmak fitne ve sapıklıktır.” 
Kişi sevdiğini çok hatırlar” hadisi şerifince bir kimse, neyi çok seviyorsa veya nelerden aşırı korkuyorsa, onlara gönlünü daha çok rabtetmektedir. Veysel Karani (k.s.) hazretleri o yüksek mertebeye Rasulullahı çokca düşünerek yani rabıta ederek gelmiştir. Kişinin  sevgilisine olan rabıtası  onu,  sevgilisinin  hayalini daha çok düşünmeye ve onu gözünde daha da değerli kılmaya sevk edecektir. Allah’ı çok seven bir kimse de, O’nun sevdiği kimseler olan peygamberleri, evliyaları, Allah’ın emirlerini yapmayı, yasaklarından kaçınmayı rabıta edecektir. Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim’i daha çok okuyup, buna göre yaşamını düzenleyecektir.

Rabıtaya şirk diyen sapıklar, sizler hanımınızı ve çocuklarınızı düşündüğünüz zaman şirke girmiyorsunuz da bir sufi Allah’ın dostu bir veliyi düşündüğü zaman mı müşrik oluyor ? Birisini düşünmekle şirke girilseydi, rabıta yapanlara müşrik diyenler müstehcen şeyler düşündüğünde iki kat daha fazla müşrik olurlardı ?

RABITA NASIL YAPILIR?
Abdestli olarak kıbleye karşı teverrük veya diz üstü oturulur. Gözler kapatılır. Önce ölüm rabıtası yapılır. Her canlının öldüğü gibi kendimizin de öleceğini belki oturduğumuz yerden kalkmak dahi nasip olmayacağını düşünerek rabıtaya başlanmalı.
Bir an öldüğümüzü ve kabre vardığımızı düşünüp sorgu meleklerince hesaba çekildiğimizi düşünmeli. 

Yazan: Abdullah Bekir

EK BİLGİLER:

FENÂ Fİ’Ş-ŞEYH NE DEMEKTİR?

Mürşid huzûrunda iken gösterilen edep ve muhabbeti, onun gıyâbında da göstermeye ve onun ahlâkıyla ahlâklanmaya “fenâ fi’ş-şeyh” tabir edilir. Beşer idrâkinin mücerredi görmesi veya hissetmesi, onu bir eşyâya veya şekle nisbet etmeden kolay kolay gerçekleşmez. İlim âlimde, aşk âşıkta ve sanat da sanatkârda sergilenir. Mücerredi sergisiz takdîm, imkânsızdır.

Râbıta ile mürşidin kalbindeki mânevî husûsiyetler sâlike intikal eder. Nasıl fizikî beraberlikte mürşid-i kâmilin yanında edeben ulvî duygular ile bulunulur ise, o hâli mânevî beraberlikte de, yâni gıyâblarında da devâm ettirmek, râbıtanın hakîkatine erişmektir. Çünkü her zaman Allah dostları ile fizikî beraberlik mümkün olmayabilir.

Esasen hâllerdeki sirâyet, muhabbet ve ünsiyet nisbetinde gerçekleşir. Kâmil bir mü’min olabilmek için sâdık ve sâlihlerle beraber olmak, yâni onları sevmek ve onlara yakın bulunmaya çalışmak, bu temâyülün kuvvetlenip arzu edilen netîceyi hâsıl etmesi için şarttır.

LEYLÂ’DAN MEVLÂ’YA ULAŞMA GAYRETİ

Sâlik, mürşidine aşk ve muhabbetle bağlandığı anda, “aşk-ı mecâzî” başlamış olur. Çünkü kalp, Allâh’a mahsus bulunduğundan hakîkî mâşûk, Allah’tan gayrısı olamaz. Diğer sevilenler ve onlarla yaşanan hâller, bir saraya çıkışta merdiven basamakları mesâbesindedir. Bunlar, kalbin muhabbetullâha hazırlanması yönündeki alıştırmalar hükmündedir. Tâbir câizse “Leylâ”dan “Mevlâ”ya ulaşma gayretidir. Bu gayretlerde en feyyâz merhale, gerçek bir mürşid-i kâmile mülâkî olmak ve onunla ünsiyet ve muhabbetin mânevî heyecanını yaşamaktır. Bunun en verimli tezâhürü ise râbıtadır. Muhabbetin böyle sıradan ve basit alâkalarla kıyaslanamayacak derecede bir şiddete ulaşması, “râbıta”nın ta kendisidir.

Bâyezîd-i Bistâmî’ye mürâcaat eden bir derviş:

“–Beni Allâh’a yaklaştıracak bir amel tavsiye et.” deyince Bâyezîd -kuddise sirruh-, ona şu nasîhatte bulunmuştur:

“–Allâh’ın velî kullarını sev! Sev ki, onlar da seni sevsinler. Onların gönlüne girmeye çalış! Çünkü Allâh, o âriflerin kalplerine her gün 360 defâ nazar eder. Onlardan birinin kalbinde senin adını görürse, seni bağışlar!..”

İşte bu sebeple tasavvufî terbiyede sâlikin mensub olduğu yere ve sâdıklara âit muhabbetini tâze ve zinde tutabilmesi maksadıyla “râbıta”, dâimî bir temrin hâlinde kâideleştirilmiştir.

Râbıta, muhabbetin şiddetiyle, kalbî duyuş ve hissedişte yüksek bir mânevî hat meydana getirir. Bu hattın iki ucundaki şahsiyetlerde “aynîleşme” istikâmetinde bir rûhî alışveriş başlar. Rûhî aynîleşme, âdeta fizikteki birleşik kaplar misâli gibidir.

ASHÂB-I KEHF’İN KÖPEĞİ VE HAZRET-İ LÛT’UN KARISI

Şeyh Sâdî-i Şîrâzî, hâllerdeki sirâyet husûsiyetini şöyle ifâde eder:

“Ashâb-ı Kehf’in köpeği sâdıklarla berâber olduğu için büyük bir şeref kazandı. Öyle ki, Kur’ân-ı Kerîm’e ve târihe geçti. Lût Peygamber’in karısı ise fâsıklarla berâber olduğu için küfre dûçâr oldu.

Yine Şeyh Sâdî, sâlih ve sâdıklarla ünsiyet netîcesinde meydana gelen “aynîleşme”yi “Gülistan” adlı eserinde temsîlî bir şekilde şöyle hikâye eder:

“Bir kişi hamama gider. Hamamda dostlarından biri kendisine temizlenmesi için güzel kokulu bir kil verir. Kilden, rûhu okşayan enfes bir râyiha yayılır. Adam kile sorar:

“–A mübârek! Senin güzel kokunla mest oldum. Haydi söyle, sen misk misin, anber misin?”

Kil ona cevâben şöyle der:

“–Ben misk de anber de değilim. Alelâde bir toprağım. Lâkin, bir gül fidanının altında bulunuyor ve gül goncalarından süzülen şebnemlerle her gün ıslanıyordum. İşte hissettiğiniz, gönüllere ferahlık veren bu râyiha, o güllere âittir.”

İşte bu misâldeki mânânın da işâret ettiği üzere, samîmiyet, teslîmiyet ve tevâzû ile, gönüllerini Hak dostlarının önüne serenler, tâlibi oldukları güzelliğin akislerine bir tecellîgâh hâline gelirler. Tıpkı gökteki ayın, kendine âit bir ziyâsı olmamasına rağmen, güneşe dönük olan yüzünün aldığı nûr huzmelerini aksettirmek sûretiyle güneşin bir husûsiyetinden hisse alması gibi böyleleri de beşeriyetin zulümât ile kararmış gecelerine -âdeta- parlak birer kandil olurlar.

RÂBITA’NIN NETİCESİ

Cenâb-ı Hak’ta fânî olmuş bir mürşid-i kâmilin kalbi, esmâ-i ilâhiyyenin tecellîlerine mazhariyetle feyizlenmiştir. Bu itibarla mürşidin kalbi, âdeta ışık huzmelerini bir noktaya teksîf etmiş olan mercek gibidir. Bu tecellîlerin bereketiyle bütün menfîlikleri yakıp kül eder. Mürîd, râbıta ile bu bereketten istifâdeye çalışır. Kalpten nefsânî bencil duygular gider, onun yerine örnek şahsın hâlleri intikâl eder. Kalbi işgâl eden dünyevî her şey, kalbin dışına çıkarılarak lâyık olduğu mevkide tutulur.

Tasavvufî eğitimde kuru kuruya bir fiilî berâberlik makbul değildir. Zira kimileri, bir mürşid-i kâmilin dizi dibinde bulunurlar da gafletlerinden dolayı bir hisse kapamazlar.

KALBÎ BERABERLİĞE DEVAM EDİLMELİ

Öte yandan uzak diyarlardaki nice mürîdler, mürşidlerine duydukları engin hürmet, hasret, muhabbet ve bağlılıkları vesîlesiyle müstesnâ nasiplere, güzel hâllere, ilhamlara ve mânevî duyuşlara nâil olabilirler. Büyüklerin buyurduğu; “Yemen’deki yanımda, yanımdaki Yemen’de.” sözü de esâsen bunu ifâde eder. Bu sebeple mühim olan, nerede olursa olsun, kalbî berâberlik duygusunu yitirmemektir.

Mânen dirâyetli insanların, etrâfındakileri kendi hâliyle hâllendirme istîdâdı her ne kadar âzamî derecede olsa bile, bu tek başına yeterli değildir. Zira tasavvuftaki hâl intikâli, öyle bir mânevî akıştır ki, o akışın, sür’at ve tesirinden âzamî istifâdenin hâsıl olması, mürşid-i kâmilin dirâyeti kadar, müridin istîdâdına ve muhabbetinin seviyesine de bağlıdır. Onun içindir ki her mürîd -sırf mürîd olması sebebiyle- aynı merhaleye ulaşamaz.

Fark, müridden mürîde değişen istîdat ve kalbî muhabbetteki seviyeden doğar. Bir misâl ile söylemek gerekirse, bir kimsenin su almak gâyesiyle kabını, küçük bir göle ya da uçsuz bucaksız bir okyanusa daldırması arasında fark yoktur. Her iki hâlde de ancak kabının hacmi kadar su elde eder. Bu sebeple mürîdin de istîdatlı ve bu istîdâdını kullanma gayreti içinde olması îcâb eder.

Yûnus Emre Hazretleri ne güzel söyler:

Çeşmelerden bardağın Doldurmadan kor isen Bin yıl anda durursa Kendi dolası değil

Hâllerdeki sirâyet özelliği, müsbette olduğu gibi menfîde de geçerlidir. Nitekim Firavun’un Hâmân ve emsâli süflî adamları da onunla ihtilâtları sebebiyle zamanla Firavunlaşmışlardır.

KİŞİ SEVDİĞİ İLE BERABERDİR

Nitekim hadîs-i şerîflerde şöyle buyrulmuştur:

“Kişi sevdiği ile berâberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

“Herhangi bir topluluğa benzemeye çalışan, onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031)

Netice olarak şunu iyi anlamak gerekir ki râbıta, en kısa ve öz bir ifadeyle muhabbeti taze tutma hadisesidir. Daha öteye gitmek ve farklı mülâhazalarla herhangi bir beşere kudsiyet atfetmek, hatâdır, hududu aşmaktır ve -Allah muhafaza buyursun- şirke kapı aralamaktır. Çok kimselerin ayaklarının kaydığı nokta burasıdır. Râbıta edilen şahıs, yâni mürşid-i kâmil, Allah ile kul arasında üçüncü bir şahıs değildir. Çünkü İslâm’da ruhbanlık yoktur. Mürşid ancak, mürîdin kendisine örnek alması için ihsân edilmiş numûne-i imtisâl bir şahsiyettir. Nasıl ki, seyahat esnâsında bindiğimiz bir araç, gâye değil vâsıta ise, bir mürşid-i kâmil de, mürîde kalbî eğitimi tâlîm edip onun iç dünyasını Allah Rasûlü’nün ahlâkı ile tezyîn eden bir Allah dostudur. Kudsiyyet, Allâh’a mahsustur. Her türlü güç ve kudret O’na aittir. Kul hangi mertebede olursa olsun, âcizdir ve Hakk’a muhtaçtır.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Yolculuğu, Erkam Yayınları

 

Loading

17.649 - 1
DİKKAT: Hakaret, küfür, tehdit içeren mesajlarla ilgili gerekli yasal işlemler yapılır. Tüm gönderilerde IP adresleri ve gönderim tarihi sistem tarafından kaydedilmektedir. Soru veya mesaj göndermeden önce nezaket kurallarına dikkat ediniz.

Aşağıdaki formu doldururken isim kısmında takma ad veya rumuz kullanabilirsiniz. İnternet sitesi kısmını boş bırakınız. Gerekli alanlar * ile işaretlenmiştir. Eposta adresiniz yayımlanmaz.

Gizlim için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir


Gizlim için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et