Tasavvufta Hiç ve Tasavvufta Vahdeti Vücut ve Vahdeti Şühut

gül güzeli

İÇİNDEKİLER:
1- Tasavvufta Vahdeti Vücut ve Vahdeti Şühut
2- Tasavvufta Hiç

TASAVVUFTA VAHDETİ VÜCUT ve VAHDETİ ŞÜHUT
Yazan: Bekir Abdullah………
Elhamdulillâhi Rabbil âlemin Vessalâtü vesselâmü alâ Rasûlinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve eshâbihi ecmeîn.
Bismillâhirrâhmânirrahîm
Her hayrın ve şerrin yegane yaratıcısı kendisinden başka İlah olmayan Allahu Tealadır. O’nun eşi ve benzeri ve dengi yoktur. Herkese kuvvet ve hayat veren O’dur.  

Soru: Tasavvufta Vahdet-i Vücûd İnancı Şirk midir?

Cevap: Vahdeti Vucutun kelime anlamı Varlığın Birliği anlamına gelmektedir.  Bu inancı savunan felsefeciler bu hususta yanılmaktalar. Aslında varlığın birliği fikri bir yanılmadır. Büyük Mutasavvıf İkinci Binin Müceddidi İmam-ı Rabbani hazretlerine göre varlık ikidir. Birincisi gerçek varlık Allahu tealanın varlığı, ikincisi ise mecazi varlıklar olan yaratılmışların varlıklarıdır. Mecazi varlık olan yaratılmışların varlığı her an Allahu tealanın varlığına muhtaçtırlar. O’nun El Kayyûm isminin tecelisi ile her an varlıkta durabilmektedirler.  Büyük imam, İmam-ı Rabbani Müceddid-i Elf-i Sâni (k.s.) hazretleri, bu hususu şöyle izah etmektedirler:
– “Allahu Teala bu alemi; mahlukatı, hayal ve his mertebesinde yarattı.”
Bu ifade çok derin bir manadır. Yani; bu alem,  Allahu tealanın varlığına göre yok hükmündedir ama,  Allahu tealanın kudreti ile yarattığı his ve hayal mertebesinde ki varlık alemide O’nun var kılması ile vardır… O sapık felsefeciler yaratıkların varlıklarını da, Yaratanın kadîm varlığı  saymakla küfre girmiştirler. Hiç, yaratılanlarla Yaratan bir ve aynı olabilir mi? Elbette olamaz. Onun içindir ki, mahlukları yani alemi, ezeli ve ebedi sıfatla vasıflandırmak, çok çirkin ve küfre batıran bir yanılgıdır.
İmamı Rabbani (kaddes Allahu sirrahul-akdes)hazretleri buyurdular ki:
-“Küçük alem(insan) ve büyük alem (insanın dışındaki yaratıklar),  Allahu Tealanın isimlerinin ve sıfatlarının aynalarıdır. O’nun zatında bulunan şü’ûn (şe’nler, tecelliler) ve kemallerin görünüşleridir. Bu alemler kapalı bir hazine idi, bunları icmalden(toplu halden) tafsile(ayrıntılı hale) çıkarttı. Kendisine ve sıfatlarına alamet olacak şekilde yarattı. Alemin hiçbir parçasının Allahu teala ile hiçbir nisbeti yoktur. Yalnız O’nun yaratıklarıdır. İsimlerini şü’ûnlarını göstermektedir. Alemin Allahu teala ile birleşmiş olduğunu, O’nun benzeri olduğunu, alemi ihata etmiş olduğunu, aleme sirayet edip her zerreye girmiş olduğunu, her şeyle beraber olduğunu zan etmek, O’na olan sevginin tasavvufi sarhoşluğundandır. Halleri bunların üstünde olan veliler,  Allahu tealanın hiçbir bakımdan bu aleme benzemediğini,  bu alemin sadece  O’nun yaratıkları olduklarını söylerler.  Zat-ı ilahinin bu alemle hiç bir bağlılığı ve benzerliği yoktur. Varlık ikidir: Birisi hakikatta var olan Hak tealadır. İkincisi zıl, gölge gibi olan mahluklardır. ”   (1.c.125. mktb.)

          Vahdeti Vücutcular iki kısma ayrılırlar:
          Bunların birinci kısmı Hal ehli kimseler olup, bulundukları halden dolayı özürlü  kimselerdir. Çünkü, İslam şeriatında bulüğa ermemiş kimselerle,  aklî dengesi olmayanlar mükellef değildir. Bu meczublar  cezbe halinden ayılıncaya kadar  akılları örtülmüş Allah delileridir(aşıklarıdır).  İkinci kısımda olan kimselere gelince bunlar sırf taklitçiler olup,  küfürleri barizdir. Bir örnek: Şemsi Tebrizi hazretleri Makalat’ta şöyle zikrediyor :
-” İki mukallit birbirleri ile övünerek tartışıyorlardı. Ariflerin marifetlerinden bahsederlerken biri ötekine dedi ki:” Şu eşeğe binmiş adam tanrıdır.”Öteki  ona :” Bana göre o adamın eşeği tanrıdır.” diyordu. Bu adamlar bu inanç ve görüşleri ile Cebriye bataklığına düşmüş kâfirlerdi.”

          İmam-ı Rabbani Ahmed-i Faruki  Müceddidi Elfisani(k.s.) hazretleri şöyle buyurdular:
-“Sakın tasavvufçuların boş sözlerine aldanmayınız! Hak olmayanı hak sanmayınız. Bu tasavvufçular şuursuz oldukları için özürlü sayılırlar. Yanılan müçtehidler gibi hesaba çekilmezlerse de , bunları taklid edenlere bilmem nasıl azab ederler… Keşke bunlara uyanları da, yanılan müçtehidlere uyanları affettikleri gibi affetselerdi!( yani; bunlara tövbe nasib olsa da , bu hallerine tövbe etseler.) Affetmezlerse durumları vahimdir.
Kıyas ve ictihat , şeriatın dört temelinden biridir. Buna uymakla emr olunduk, evliyanın keşif ve ilhamına değil. Tasvvufçuların bir çoğu keşif ve ilhamla anlaşılan bilgileri inandırmak için insanları zorluyorlar. Keşke inkâr etmemelerini tavsiye etselerdi. Bu bilgilere inanmak zaruri değil , fakat inkar etmektende sakınmalıdır. Ne kadar şaşılır ki, kendilerinin tasavvufçu olduğunu söyleyen bazı kimseler, ” Allah’ı bu dünyada görüyoruz .” demektedirler. Gördükleri bazı nurları,  hiç bir şeye benzemeyen Allahu Teala’ya benzetiyorlar. “Tasavvuf yolunun sonu, bu nuru görmekle biter diyorlar.” Allahu Teala bu zalimlerin dedikleri şeyden münezzehtir.”

         Burada Yüce İmam(k.s.) dinen uyulması şart olan Edille-i Şer’iyeye vurgu yapmaktadır. Edille-i Şer’iye dörttür: Kur’an,  Sünnet, İcamai ümmet(Eshabın icması), Kıyas-ı fukahadır.  Bir başka mektubunda da “Nassa uyulmalı, Fussa değil” Yani Edille-i Şer’iyeye uyulmalı, tasvvufçuların şeriata aykırı söz ve fiillerine değil.  Ahirette kurtuluşumuz buna bağlıdır.” diye uyarıda bulunmaktadır.

           Güneş balçıkla sıvanmaz. İmam-ı Rabbani Müceddid-i Elfisani hazretleri Rasulullah’ın “Sıla”(Birleştirici) ünvanı ile ümmetine müjdelediği kimsedir. O’nun eserlerini tam olarak okuyup anlamadan, İmam-ı Rabbani (k.s.) hazretlerini, sekre girmiş meczub Vahdeti Vücutçular ve taklitçi sahte Vahdeti Vücutçularla  karıştıran, kötü maksatlı art niyetli,  mezhebsiz,  reformcu  zalimlere Allahu teala hidayet ihsan etsin.

           Gerçek Vahdeti Vücutçular, haramlardan sakınarak, farz vacip ve sünnet ibadetlerle birlikte  zikir, rabıta ve sohbetler sonucunda gönül gözleri açılır ve kalbleri İlahi nurlarla dolar. Güneşin ışığı dünyayı kaplayınca yıldızların gözden kaybolması gibi, bu kimselerinde kalbleri ilahi nurlarla dolunca her eşyada tecelli eden İlahi nurlardan başka bir şey göremez olurlar.  Bu durumda olan veliler, o İlahi nurların üstün zevklerinden sarhoş olunca, “Hem ost” derler. Yani” Her şey O’dur” derler. Bu ve bunun gibi sözleri ayık olan biri taklidle, veya bilinçli olarak söylerse, küfürleri kaçınılmazdır.  Bu meczublar Allahu Teala lutfederde  sekrden sahva geçtiklerinde, bu sözlerine tövbe ederler. Muhyiddin-i Arabi hazretleri bu velilerdendir. Sahva yani ayıklık halıne geçildiğinde ise ” Hem ez ost ” derler. Yani, “Herşey O’dandır” derler. Buna da “Vahdeti şuhut” denilir ki   İmam-ı Rabbani hazretleri de bu velilerin önde gelenlerindendir. Vahdet-i Şuhut hali: Kalb İlahi nurları her eşyada temaşa etmeye başladığında kalbin, her tecelliyi  Allahu tealadan bilmesi durumuna denir. Yani:  ”Görülen , işitilen ve hissedilen her şey Allahu tealadandır. Yani O’nun isimlerinin tecellisi ve kudreti ile oluşmaktadır.” anlamına gelen “Hem ez ost” inancına sahib bulunan velilerin bu ahvallerine Vahdet-i Şuhut denir.

           Sekre girmeden, İlahi nurların üstün zevkleri bunların akıllarını örtmeden, ”Herşey O’dur” diyen Vahdet-i Vücütcular ma’zur değillerdir. Bu kimseler o inançlara tövbe etmezlerse imansız ölmelerinden korkulur.  Bu kimseler tecellilere  ”O’dur”  demekle,  Allah’ın mahluklarını,  alemlerin  Rabbi Allah (c.c.) olarak  addetmiş bulunuyorlar… Bu kimselere göre; en aşağı mahluktan al da,  en ulvi mahluka kadar hepsine: ” O’ndandır” demeleri yerine, “O’dur” demeleri sebebi ile, inandıkları halde imansız olmaktalar.. Allah(c.c.) buyurdu ki: “Kulhu vallâhu eHad(1), Allahus-samed(2), Lem yelid ve lem yûled (3),  “Ve lem yekun lehû kufuven eHad.(4)” 
Mealen:
De ki O Allah, Zatında ve sıfatlarında bölünmeyen ve parçalanmayan tektir.(1),  Allah Samedtir. Her şey O’na muhtaç, O ise hiç bir şeye muhtaç değildir.(2),  O doğurmamış ve doğrulmamıştır. (3) Ve hiçbir mahluk O’na denk, olmadı ve olamaz da. (4)” (İhlas Suresi)

Vesselam.

TASAVVUFTA HİÇ

Yazan: Muhsin İYİ      26.11.2013 / 16:25 tarih
Hiç, Hiççilik, Hiç Olmak, Hiçin Felsefesi, Tasavvufta Hiç, İki yıl kadar önce bir dostumun cep telefonunun duvar resminde Arapça imlalı bir ‘Hiç’ yazısı gördüm. Onu pek beğendim. Dostum benim cep telefonuma ilgili yazıyı aktardı.

Cep telefonumda bu ‘Hiç’ yazısını görenlerin çoğu, bunun ne anlama geldiğini benden sordular. Ben onları kısaca bilgilendirince onlardan bazıları, ‘Hiç’ yazısının kendi cep telefonlarının duvar resmini de süslemesini arzu ettiler. Onlarca kişi benden bu şekilde ‘Hiç’ yazısını aldılar. Kim bilir, onlar da kaç kişiye böyle ‘Hiç’ yazısını aktardılar…

Elbette güzel ve anlamlı şeyler paylaşılmalı. Çoğalmalı, çoğaltılmalı. Bunlara vesile olanlardan Allah (c.c.) razı olsun…

‘Hiç’ bir sembol ve slogandır. Arkasında büyük ve engin bir düşünce, felsefe, ideoloji yatar. Tasavvufun da köşe taşıdır. Dosdoğru anlaşılırsa insana yüce haller, manevi makamlar bağışlar.

Her şeyde olduğu gibi ‘Hiç’in de bir negatif bir de pozitif yönü bulunmaktadır. Olumsuz tarafını felsefe yüklenmiştir. Buna ‘Nihilizm (Hiççilik)’ denmektedir. Burada ‘Hiç’ nefsin arzularına hitap etmektedir. Bu felsefi ekole bağlı olanların temel sorunu, nefsi sınırlayan, kısıtlayan, engelleyen her şeyi özellikle ahlaki, dini kuralları yok saymaktır. Ortadan kaldırmaktır. Çöpe atmaktır. Her ne kadar Nihilistler siyasi, sosyal, felsefi alanlarda da tam bir özgürlük, hiçbir tabu tanımama, hiçbir şeye inanmama, bağlanmama gibi iddiaları dile getirseler de temel sorunları din ve ahlak cephesinde görülür.

Bir insan bu Hiççilik felsefesine bağlandığı zaman içgüdülerini adeta ilah edinmiş gibi olur.  Çünkü içgüdülere az çok nizam veren din ve ahlak kurallarıdır. Onları ortadan kaldırdığımızda, hiç olarak gördüğümüzde içgüdüler, her türlü denetimden ve nizamdan uzak bir anlayışla adeta hortlarlar. Toplumda büyük suçların, ahlaksızlıkların işlenmesine neden olurlar. Din ve ahlak kuralları, insanların cinsel hayatlarını düzenler, cinsel sapıklığa, sapmaya düşmelerini engeller, içgüdüleri denetim altına alır.

Nefis ve şeytanlar, insanların zinaya, cinsel sapıklıklara ve sapkınlıklara düşmeleri yönünde sürekli olarak vesvese verirler. Kişinin sahip olduğu bazı değerler, özellikle din ve ahlak kuralları onu bunlardan alıkoyabilir. Şayet bir insan ‘Ben felsefi bir görüş olarak Hiççiliği benimsiyorum.’ diyorsa, o nefse ve şeytanlara bu konularda adeta davetçi çıkarmış gibi olur. Onun nezih, temiz bir hayatı yaşaması artık çok zorlaşır. Çünkü nefis ve şeytanlar nasıl olsa bu kişi din ve ahlak kurallarına bağlı değil, onların varlığına bile karşı diyerek, her vesile ile ilgili kişinin cinsel hayatını alt üst etmek için komplolar kuracaktır.

Tabii ‘Hiççilik’ felsefesini benimseyip de zinadan ve cinsel sapıklıktan, sapkınlıktan uzak insanların varlığını da inkâr etmemek, bu felsefi ekole bağlı her insana olumsuz bir gözle bakmamak da gerekir. Yüce dinimiz insanlar hakkında suizannı yasaklamış, her insana hüsn-i zanla bakmayı emretmiştir. Elbette dini ve ahlaki kurallara saygılı olup da Hiççiliği siyasi ve felsefi gibi düzlemlerde uygulamak isteyen kişiler de bulunabilir. Böyle olduklarını iddia eden bir ikisine ben rastladım. Onlara pek inanmasam da iddialarına saygı göstermek gerektiğini düşündüm.

Bir insan, karşı cinsten çekici ve hoş birisi ile karşılaştığı zaman ona karşı biraz meyil hissedebilir. Bu normaldir. Çünkü her birimiz nefis sahibiyiz. Kişi, dini ve ahlaki değerlere sahipse, bunu ona göre ölçüp değerlendirir. ‘Estağfirullah!’ diyerek gözünü, gönlünü o kişiden çeker. Nefsine ve şeytanlara uyarsa bu meyli önce hareket ve ses tonu gibi çeşitli dillerle karşı tarafa sezdirebilir. Biraz cesaret alırsa ona yakınlaşabilir. Açık bazı tekliflerde bulunabilir. Şayet karşı taraf din ve ahlak yönü ile güçlü ise, bundan hemen utanır ve kaçma refleksi ile tepki gösterir. Eğer daha güçlü bir karaktere sahipse kızabilir, çeşitli birimlere, kişilere şikâyetçi olabilir. Böyle birisi, yani dini ve ahlaki yönü güçlü birisi bu tür bir  teklifi hoş görürse dinin ve toplumun meşru ilişki ölçülerinin dışına pek çıkmak istemez. Çeşitli şekillerde ilişkiyi meşru zeminde sürdürme yollarını arar, sunar. İşte Nihilist birisi böyle konularda utanmayı ve kaçmayı, din ve ahlak kurallarını, toplumu küçük gördüğü, onlara değer vermediği, onları hayatından dışladığı için farklı düşünmekte ve genellikle nefsinin ve şeytanların istediği doğrultuda hareket etmektedir. Zinaya veya bazı sapkın ilişkilere çok kolaylıkla düşebilmektedir. Toplumun temeli olan aile kurumunu yıkıcı, yozlaştırıcı etkilerde bulunabilmektedir. Tabii her Nihilisti bu kefeye koymamayı yukarıda belirttik.

Kısacası Nihilizmde ‘Hiç’ olan şey, genellikle dini ve ahlaki kurallardır. Tek var olan şey ise, nefsin arzularıdır. Amaç nefsin arzularını her sahada hâkim kılmak, ilah edinmektir.

Şimdi asıl konumuza dönelim. Hiççiliğin negatif yönünü, felsefeye bakan tarafını bir yana bırakalım. Pozitif cephesine değinelim.

‘Hiç’ tasavvufun ideolojisinin sembolü ve sloganıdır. Tek bir kelime ile tasavvufun temeli ve ideolojisi olan vahdet-i vücut düşüncesini taşır, ifade, hatta izah eder. O kadar derin bir kelimedir…

‘Hiç’ tasavvufta derin anlamlı bir kelimedir. Ama bunun yanında öz ve açık bir anlama da sahiptir. Sadece bu anlamı ile vahdet-i vücut düşüncesini de taşıyabilir: Öz ve açık anlamı ile ‘Hiç’, kişinin kendi nefsinin ve varlık âleminin yok olduğunu, asıl var olanın yalnız Allah olduğunu anlatır.

‘Hiç’ Allah’tan başka gerçek varlık yoktur, demektir. Öncelikle kişinin varlığını, nefsini yadsır. Tek gerçek varlığın Allah (c.c.) olduğunu vurgular. Bu açıdan İslam’a girişte söylenilen parolayı, yani kelime-i tevhidi tasavvufi anlamı ile tefsir eder.

Nefis makamları kelime-i tevhidi tasavvufi anlamı ile zikretmedikçe aşılamaz. Normal anlamı ile yani Allah’tan başka ilah yoktur anlamı ile kelime-i tevhit zikredilirse sevap kazanılır, günahlar dökülür. Ama tasavvufi anlamı ile kelime-i tevhit zikredilirse bunların yanında nefis yağ gibi erimeye ve nefis makamları hızla kat edilmeye başlanır. Allah’ın (c.c.) rızasına erişilir.

Kelime-i tevhidi tasavvufi anlamı ile zikretmek kolay değildir. Bunun için ölüm murakabeleri (tefekkür-i mevt), vahdaniyet murakabeleri alışkanlık haline gelmiş olmalıdır. Yani bu derslerle nefis iyice hal sahibi olduktan sonra kelime-i tevhidi bu tasavvufi anlamı ile zikretmek mümkün olur.

Eskiden tekke ve dergâhların girişlerinde genellikle bu ‘Hiç’ yazısı bir tabloda veya levhada gözlere çarpardı. Daha doğrusu insanların adeta gözlerine sokulurdu. Onların görmeleri sağlanırdı. Bununla pek çok faydalar mülahaza edilirdi, amaçlanırdı.

Bir kısım insanlar tekke ve dergâhlara psikolojik rahatsızlıklarından, sinir hastalıklarından şifa bulmak için geliyorlardı. O zamanlar tekke ve dergâhların bu gibi toplumsal hizmetleri de vardı. ‘Hiç’ onların bu tür dertlerine en büyük şifaydı. Çünkü nefsine ‘Hiç’ dersini günde en az beş dakika kadar veren bir kişinin bütün psikolojik ve sinir rahatsızlıkları sabunun suda erimesi gibi yavaş yavaş ortadan kalkar. Yok olur.

Her türlü psikolojik ve sinir rahatsızlıkları nefsin komplekslerinden kaynaklanır. Olumsuz yaşantılar ve duygular nefiste kendini savunmak için kompleksler meydana getirir. Kompleksler olumsuz yaşantıların bilinçaltına bastırılması sonucu oluşur. Negatif duygular buralardan kaynaklanır ve insan ilişkilerinin sağlıklı olmasını önlerler. İşte nefse talim edilen günde beş dakikalık bir ‘Hiç’ dersi onun bütün komplekslerini yavaş yavaş ortadan kaldırır. İnsanı ahlaki açıdan üstün duruma doğru yükseltmeye de başlar.

‘Hiç’ olduğunu günde birkaç dakika tefekkür eden bir kişi bir başka insana karşı kibir, küçük görme, haset, nefret, intikam, çekememezlik gibi olumsuz duyguları duyamaz. Duysa da bunlar ‘Hiç’ tefekkürü ile yavaşa yavaş erirler ve yok olurlar.

Ben ‘Hiç’ olduğuma göre bu tür olumsuz duygularım benden de hiçtirler. Hiçliğini duyumsayan bir insanda varlık ve benlik kalmaz. Dünyaya karşı şehveti sakinleşir. Başka insanlara karşı olumsuz duygular duyması için bir nedeni de olmaz. Böyle olunca da insanların psikolojik ve sinir rahatsızlıkları da ortadan kalkar.

Üst katımızda oturanlar iki yıldır evlerini tamir ediyorlar. Daha doğrusu ev sahibi kendi çapında bir usta. Gündüz işine gidiyor. Akşamları ve pazar günleri evini tamir etmeye çalışıyor. Bunun için de bize mazeret bildirdi, bizden özür diledi. Tamir sesleri eşimi sinir hastası yaptı. Psikolojisini bozdu. Ben ise önceleri bundan büyük bir rahatsızlık duyarken sonraları bu rahatsızlık duygusunu irdeleyince onda nefsin bazı olumsuz damarlarını keşfettim. İnsan kendisinin bir hiç olduğunu biraz tefekkür edince başkalarına karşı pek öfkelenemiyor. Çok anlayışlı biri haline gelebiliyor. Bambaşka bir insan oluyor. Sabrı yudum yudum tadabiliyor. Bundan da büyük bir keyif alabiliyor. Bunu bu hadisede daha bir yakinen anladım. Hadis-i şerifte belirtildiği üzere sabır imanın yarısıdır. Yüce Allah (c.c.), sabredenlere mükâfatlarını hesapsız vereceğini söylüyor (bk. Zümer suresi, 10). Bu müjdeler bile bizleri bu gibi durumlarda yeterli derecede sabırlı kılabiliyor.

Bir insan başkalarına karşı niçin öfke, kin, haset… gibi olumsuz duyguları duyar? Çünkü karşı taraftaki insanları küçük görmektedir. İnsan kendisinden üstün ve büyük kişilere karşı bu olumsuz duyguları duymaz. Bilakis onlara karşı bir hayranlık besler. Oysa bu büyüklük davası insana yakışmaz. Şeytana has bir sıfattır. O, Hz. Âdem’e (a.s) karşı böyle büyüklendi. Hem cennetten oldu hem de Allah’ın lanetine müstahak oldu. Şayet bir insan nefsine her gün birkaç dakika bu ‘Hiç’ dersini uygulasa bu olumsuz duygulardan tamamen uzaklaşır. Melekler gibi saflaşır. Manevi haller yaşamaya başlar. Nefsi de ileri makamlara doğru yükselir.

Namazda ihsan hali ile huşua daldığımızda, sonra da kendimizi Allah (c.c.) karşısında bir ‘Hiç’ olarak gördüğümüzde ilgili hal daha da derinleşir. Namaz çok feyizli ve nurlu olur.

‘Hiç’ hali kadar şeytanları çaresiz, perişan bırakan başka bir şey bilmiyorum. ‘Hiç’ hali olmasaydı şeytanların elinden kurtulmak ve onlara karşı zafer elde etmek mümkün olmazdı. Bu sözlerimi kalp gözü ile nurları müşahade etmiş ve tecelli-i nura gark olmuş kişiler anlayabilir.

Mevlana’nın Mesnevi’sini değişik zamanlarda baştan sona üç kere okumak nasip oldu. İkinci okuyuştan sonra kendime şu soruyu sordum: Bunca hikâye içerisinde tasavvufi mesaj açısından en etkili dersi hangisi verdi? Aklıma iki hikâye geldi. Bu iki hikâyeyi iyi okuyup anlayana büyük bir ders verilir, diye düşündüm. Hatta bu yolda büyük nasiplere kavuşur. Tasavvufun özünü anlar, kanaati bende oluştu. Sonra, Mesnevi’yi üçüncü kez baştan sona okumak nasip oldu. Aynı soruyu bir daha kendime sordum. Kendi kendime aynı cevabı yineledim. Aynı sonuca ulaştım. Görüşümde bir değişiklik olmadı.

Evet, bu iki hikâyenin diğer yüzlerce hikâyeden ayrılan yönü, tasavvufun temel konusunu doğrudan işlemeleriydi. Yani bu iki hikâye ‘Hiç’i temel konu olarak almışlardı. Çok etkili bir şekilde bu temayı adeta insanın kafasına kazıyorlardı.

Ben bu iki hikâyeyi çok tefekkür ediyorum. Her zaman aklıma gelirler. Özellikle bir manevi güç almak istediğimde şuurum derhal bu iki hikâyeye yönelir, manevi açıdan adeta şarj olurum. Öyle ki, bu benim için adeta ‘Hiç’i murakabe etmek gibi bir şey oldu. Onlar bana çok şey öğrettiler.

Burada kısaca bu iki hikâyeyi özetlemek istiyorum:

Birinci hikâye şöyle: ‘’Tacirin birisinin bir papağanı vardı. Onu bir kafeste besliyordu. Tacir bir gün Hindistan’a gitmeye niyetlendi. Ev halkına veda etti. Onlara Hindistan’dan sizlere ne getireyim, diye sordu. Sıra papağandan ayrılmaya gelmişti. Tacir kuşuna da aynı soruyu sordu. Papağan efendisine dedi ki: -Benim vatanıma gidiyorsun. Orada nice papağanlar vardır. Ancak onlar benim gibi bir kafeste mahpus değillerdir. Kimi yeşillikler içerisinde bahçede, kimi dallardadır. Onlara benden selam söyle. Onlara de ki: Benim papağanım sizlere hasret çekiyor. O bir kafeste esirdir. Sizler ise özgürsünüz. Ona bu sıkıntıdan kurtulması için bir öğüt veriniz. Tacir Hindistan’a vardı. Sahralarda pek çok papağan gördü. Onlara selam verip kendi papağanından bahsetti. Ansızın bu papağanlardan birisi titremeye başladı. Kendisinden geçti. Yere serildi. Tacir papağanı öldü sandı. Verdiği bu haberden dolayı pişman oldu. Üzüldü.  Kendi papağanın bununla akraba olduğunu, bunun için kederinden dolayı öldüğünü düşündü. Tacir ticaretini bitirerek evine döndü. Hediyelerini dağıttı. Papağan kendi hediyesini isteyip oradaki ahvalden sordu. Tacir papağana üzüntü ve pişmanlığını belirttikten sonra Hindistan’da bir papağanın kendi papağanının durumundan haberdar olunca titreyip yere düştüğünü ve öldüğünü söyledi. Papağan bu hikâyeyi işitince o da tıpkı Hindistan’daki papağan gibi titredi, yere düşüp öldü. Tacir papağanı kafesten alıp dışarı attı. Papağan uçup yüksek bir ağacın dalına kondu. Tacir bu duruma şaşıp kaldı. Nedenini papağandan sordu. Papağan şöyle dedi: Hindistan’daki papağan fiil ve hareketleriyle bana ders verdi, nasihat etti. Hal dili ile bana dedi ki, seni sesin esarete düşürdü. Kendini ölü gibi gösterirsen kurtulacaksın. Sözlerini tamamlayan papağan Hindistan’ın yolunu tuttu. ‘’

Her birimiz papağan misali ten kafesinde esiriz. Nefsimize ve dünyaya bağlıyız. Şayet Hindistan’daki papağan gibi birisinden yani bir mürşid-i kâmilden ders alırsak marifete ve hakikate ulaşabiliriz. Bu ten kafesinden kurtulmanın yolu tacirin papağanı gibi ölmeden önce ölmenin, yani ‘Hiç’ olmanın sırrına ermektir.

İkinci hikaye şöyle: ‘Arslan, kurt, bir de tilki avlanmak için dağa, ormanlığa gitmişlerdi. Savaşçı bir arslanın peşine takılan elbette eli boş dönmez. Kısa zamanda bir dağ sığırı, bir keçi, bir de semiz bir tavşan avladılar. Avları sürükleye sürükleye dağdan ormana getirdiler. Kurt ile tilki açgözlü bir tavır takındılar. Hisselerine düşecek etleri düşünmeye başladılar. Ağızları sulanarak daha çok et yemenin hayalini kurdular. Arslan ferasetiyle kurt ve tilkinin kalbinde geçirdiği şeyleri bildi. Yüzlerine gülmesine rağmen içten içe öfkelendi. Huzurunda bu tür bir edepsizliği cezasız bırakamazdı. Onlara bir ders vermek istedi. Arslan kurdu imtihan etmek için av hayvanlarını aralarında paylaştırmasını istedi. Kurt dedi ki: Padişahım, yaban sığırı senin payın olsun. O da büyük, sen de büyüksün. Orta boyda, irilikte olan keçi de benim olsun. Tavşan da tilkiye uygun bir av. Arslan kükreyerek söylediklerini bir daha tekrar etmesini emretti. Sonra kurdu yanına çağırdı. Bir pençe darbesiyle canını aldı. Kurdu cansız yere serdi. Arslan, kendi kendine şöyle dedi: Ey koca kurt, madem hayvanlar padişahının önünde kendini ölü saymadın. Cezanı gör. ‘Biz onlardan intikam aldık (Araf suresi, 136).’ ayet-i kerimesinin hükmü budur. Ondan sonra arslan yüzünü tilkiye çevirdi. Haydi, dedi, bunları aramızda sen pay et! Tilki arslana şöyle dedi: Ey yüce padişah, şu semiz öküz, senin kuşluk yemeğin olsun. Şu keçiden de aziz padişahımızın öğle yemeği için yahni yapılır. Tavşan ise lütuf ve kerem sahibi padişaha akşamleyin bir çerez olur. Arslan: Ey tilki, dedi, bu hakça paylaşmayı nasıl öğrendin? Tilki: Ey cihan padişahı, dedi, bunları ben kurdun başına gelenlerden öğrendim. Arslan: Mademki kendini bizim aşkımızda fani eyledin. Avların üçü de senin olsun. Al götür! Arslan sözlerine şöyle devam etti: Ey tilki, sen tamamıyla biz oldun. Bizim oldun. Artık seni nasıl incitebiliriz? Biz de seniniz. Bütün hayvanlar da senin. Artık yedinci kat göğün üstüne ayak bas, yüksel! Tilki, arslan bunu bana kurttan sonra teklif etti diye yüzlerce şükürde bulundu. Akıllı insanlar Firavunların, Ad kavminin başına gelenleri duyunca şu varlıktan da geçer, hırs ve gururu da bırakır. Varlıktan, kendini büyük görmekten vaz geçmezse bu sefer onun halinden, sapkınlığından başkaları ibret alır.’

Her insan, aslında kurt gibi düşünür. Akıl mantık bunu gerektirir. Kurt burada aklı ve mantığı temsil eder. Ama bu hikâyede yüce Allah’ı (c.c.)temsil eden arslan bundan razı değildir. Gerçi kurt akıl ve mantığı şeriata ters değildir. Görünüşte büyük bir adaleti de temsil etmektedir. Fakat ilahi aşk yolunda bu kurt aklı ve mantığı beş para etmez. İlahi aşk yolunda kadere itirazsız teslim olmak, hatta her şeyde hayırda ve şerde yüce Allah’tan razı olmak gerekir. Onun için yüce Allah’ın (c.c.) karşısında ‘Hiç’ olmak ancak bu ayrıcalığı sağlar. Onun lütuf ve ihsanlarına sonsuz bir güvenle bağlı olmak, bela ve musibetlerine güzelce sabretmek ilahi aşkın bir gereğidir. Yoksa bu yolda bir milimetre bile ilerleme olmaz. Tilki gibi hadiselerden ibret almak da büyük bir makam ve derecedir. Kurt gibi bu ilahi aşk yolunda tamamen nasipsiz olmaktansa tilki gibi taklidi, zoraki bir yol tutmak da bir kardır. Büyük kazanç sağlar.

Yüce Allah (c.c.) nefsimizi tanımayı ve ona hiçbir değer vermemeyi nasip eylesin. Âmin. Muhsin İyi

 

Allah’ın İnsanları Belalardan Koruması..ve Sıkıntıları Gideren, Hayır Kapılarını Açan, Allah’ın El-Fettâh Güzel İsmi

Yazan: Muhsin İyi
01 Ağustos 2012 – 16:20 tarihli yorum:

Allah’ın (c.c.) El-Hafîz (Kendisine sığınanları koruyan, saklayan) isminin tecellilerini doğada ve insan üzerinde her zaman görebiliriz. Bir bitki tohumunu elimize alıp incelediğimizde onu olumsuz dış koşullara karşı koruyan bir kabukla çevrili olduğunu görürüz. Hayvanlar dünyasında yeni doğan yavruların uzun bir süre annelerinin şefkatli himayeleri altında olduklarını biliriz. Bir tavuk gücüne bakmayarak yavrularını korumak için gerektiğinde bir köpekle savaşır. Hâlbuki o tavuk anne olmadan önce bir köpek gördüğünde kaçacak bir delik arardı. El-Hafîz güzel isminin insan üzerindeki tecellisi bizleri daha derin düşüncelere sevk etmektedir. Daha bebek doğmadan önce anne karnında güvenli bir şekilde korunur. Doğar doğmaz annenin memelerinde oluşan sütle yaşamı için gerekli tüm gıdalar ve su miktarı en mükemmel şekilde ve en ideal bir kıvamda ona sunulur. Anne ve babanın kalplerine yerleştirilen şefkat ve merhamet duyguları ile en itinalı bir biçimde büyütülür. Dünyaya güçsüz ve çaresiz olarak gelen bu bebek, güvenlik duvarları ile etrafı çevrilen bir devlet adamından daha güzel korunur.

Allah (c.c.) sadece nesli korumakla kalmaz. Varlıkların tüm ihtiyaçlarını doğada var ederek yaşamı da güvence altına alır. Bu koruma dünyayı, güneşi, evreni de içine alır. Dünyanın eğimi, izlediği yörünge, güneşe uzaklığı canlı varlıkların yaşamlarını devam ettirmesine olanak sağlayan ve onları koruyan bir hesaba, ölçü ve uyuma göre tespit edilmiştir.

Bela ve musibetler ancak Allah’ın (c.c.) izni ve yaratması ile insanlara ulaşır. Sadece deprem, yangın, sel gibi doğal afetler değil, insanlardan da gelebilecek her türlü zarar ziyan, şer de ancak Allah’ın (c.c.) izni ve yaratması ile meydana gelir. Allah (c.c.) bela ve musibet konusunda kendisine el açıp sığınan kullarını korur. Hadis-i şeriflerde geçtiği üzere başa gelebilecek bela ve musibetler dua ile üzerimizden kalkabilir; ayrıca sadaka da bela ve musibeti def edebilir. Allah’ın (c.c.) bu güzel ismi ile Allah’a (c.c.) sığınma adeta can ve mal sigortası yaptırmak gibidir. Kuşkusuz hiçbir insan Allah’ın (c.c.) kaderini yargılama ve eleştirme hakkına sahip değildir. İnanan bir insan için O’ndan gelen şer de olsa mutlaka içinde bir hayır gizlidir. Bu açıdan nasıl bir malı sigorta yaptırdığımızda o mala zarar gelmesini önleyemediğimiz halde bu zararı karşılayacak bir kurum buluyorsak Allah’a (c.c.) bu güzel ismin yüzü suyu hürmetine sığındığımızda başımıza gelen bela ve musibetlerde ancak kendimizin bir sır olarak algılayabileceği bir ilahi yardımı aldığımıza da şahit olabiliriz. Çünkü Allah (c.c.) kimsenin duasını boş çevirmez.

El-Hafîz (Kendisine sığınanları koruyan, saklayan) güzel ismi ile kula düşen görev, şu hadis-i şerifle güzelce özetlenmiştir: “Allah’ı koru ki, Allah da seni korusun.” Kuşkusuz Allah’ın (c.c.) korunmaya ihtiyacı yoktur. Burada “Allah’ı koru” ifadesi ile O’nun dinini korumak, yani emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınmak anlatılmıştır. İşte böyle bir gerekçe yerine getirilirse elbette Allah (c.c.) da o kişiyi, ailesini, malını mülkünü, namusunu bela ve musibetlerden koruyacaktır.

İnsanın başına bela ve musibet ansızın gelebilir. Çünkü bu dünyada imtihan edilmekteyiz. Bela ve musibetler imtihanın en can alıcı noktalarıdır. Böyle anlarda Allah’ın emir ve yasakları dışına çıkmamak kolay olmadığı gibi bela ve musibetlere sabır göstermek de herkesin harcı değildir. Onun için dualarda kaldıramayacağımız yüklerle imtihan edilmemeyi istemek gerekir. Ayrıca ‘Amene resulü’ (ayetlerini) duasını yatmadan önce (veya yatsı namazından sonra) okumak gerekir. Hz. Ömer (r.a) aklı başında olan bir Müslüman’ın bu duayı uyumadan önce okumayı terk edemeyeceğini söylemiştir.

Bir de bela ve musibetlerin beklendiği anlar vardır. Mesela savaş hali böyledir. Her an insanın başına savaşta çeşitli bela ve musibetler gelebilir. Bizleri sevmeyen, bizlerden nefret eden insanlardan da düşmanlıklar, zararlar görebiliriz. İşte böyle durumlarda her daim Allah’a (c.c.) sığınmak ve Allah’ın El-Hafîz güzel ismini daima zikretmek, en azından evden çıkarken ve eve girerken zikretmek büyük yararlar sağlar.

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin şu beyti asırlardır dillerdedir: Bela gelmez kula kul azmayınca-Kaza gelmez başa Hak yazmayınca

Bela ve musibet kelimeleri birbirine yakın anlama sahiptirler. Onun için birbirlerinin yerine kullanabileceği gibi bizim yaptığımız gibi bir deyim imişçesine birlikte de kullanılabilmektedir. Bela Allah’tan imtihan edilmek için gelir. Musibet ise kulun daha önce işlemiş olduğu günahların sonucu olarak ona isabet eder. Neticede her iki durumda insan imtihan edilmektedir. Başa gelen bela ve musibetler sırasında insanın halini gözden geçirip günahlarına tövbe etmesi çok güzel bir davranıştır. Yüce Allah’ın (c.c.) o kimsenin günahlarını affetmesine vesile olabilir. Kuşkusuz bir insanın başına bela ve musibet gelmeden günahlarına tövbe edip hatasını tamir etmesi çok daha güzel bir davranıştır. Hele bunun için sadakalar vermesi çok yerindedir. Normalde başına gelebilecek bela ve musibetleri önleyebilir. Hadiste belirtilen ‘az sadakanın çok belayı önlemesi’nin sırrı da budur. Yüce Allah (c.c.) kin sahibi olmadığı gibi intikam almada da ısrar etmez. Musibetler insanın başına kulun azması, günahlarını bilmek istememesi, günahlarına tövbe etmemesi, hatalarını düzeltmemesi üzerine iner. Onun için insanların Allah’ın El-Hafîz güzel ismine sığınmadan önce hallerini düzeltmeleri gerekir. Yoksa bu zikrin yararını pek göremezler.

Günahlar sadece ahrette insanın başına bela olmaz. Dünyada da birer musibet kaynağıdırlar.

Bela ve musibet öncesinde ve sonrasında Allah’a (c.c.) sığınmak gerekir. Ama bela ve musibet öncesinde Allah’a (c.c.) sığınmak en güzel tedbirdir. Sonrasında sığınmanın da büyük yararları varsa da öncesinde sığınmak kadar değildir.

Her insanın muhtelif korkuları ve kaygıları vardır. Düşmanı olmayan insan yok gibidir. Bir insan önce günahlarına tövbe edip sonra halini Allah’ın razı olduğu şekilde değiştirirse (yani Allah’ın emir ve yasaklarına uygun bir yaşam biçimine girerse) daha sonra da düşmanlarından gelebilecek zararlara karşı Allah’a (c.c.) sığınıp Allah’ın El-Hafîz güzel ismini çokça zikrederse yüce Allah onu elbette koruyacaktır. Düşmanlarının ona zarar vermesini engelleyecektir. Allah’ın (c.c.) bu güzel ismi o kadar tesirlidir ki, yaşananlar ona sanki birer mucize gibi gelecektir. Böyleleri adeta şu ayet-i celilenin kapsamı içerisine alınırlar: ‘Kendilerine savaş açılan kimselere karşı koymaları için izin verildi. Çünkü onlar zulme uğradılar. Şüphesiz Allah onları muzaffer kılmaya herhalde kadirdir (Hacc suresi, 39).’

İnsanın halini düzeltmeden Allah’ın El-Hafîz güzel ismine sığınmak istemesi, her şeyden önce bu isteğinde samimi olmadığını gösterir. Bu durumu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz: Farz edelim ki, bir evlat babasına karşı asidir. Onun namaz emrini dinlememektedir. Babasıyla kavga eder, evden ayrılır. Başka bir yerde yaşamaya başlar. Ama başı belaya girer. Babasından yardım umar. Şimdi böyle bir evladın babasından yardım ummadan önce babasının isteğini yerine getirmesi, babasına karşı hatasını anlayıp halini düzeltmesi gerekmez mi? Kuşkusuz halini düzeltmeden kendisine sığınan evladını bir babanın koruması da güçtür. Çoğu kez onun buna müstahak olduğunu düşünür. İşte aynı kanun yüce Allah (c.c.) için de geçerlidir. Çoğu kişi başına bir bela ve musibet geleceğini sezer. Çaresizlikle ne yapacağını şaşırır. Kapana kısılmış fare gibi aynı şeyleri, alacağı tedbirleri, çareleri gözden geçirir. Hâlbuki sebeplerin gerisinde yüce Allah’ın (c.c.) elini unutur. Hayır da şer de Allah’tandır. Tövbe edip halini düzeltip Allah’a sığınacağına çeşitli tedbirlerine ve çarelerine güvenir. Başına bela ve musibet geldiğinde çarelerinin ve tedbirlerinin ne kadar boş olduğunu görür. Ama bu sefer de iş işten geçmiştir.

Her şeyin bir zamanı vardır. Bela ve musibet başa gelmeden önce Allah’a (c.c.) sığınmak insana büyük yarar sağlar. Bunun için de insanların günahlarına tövbe edip kendilerini düzeltmeleri, hatalarını telafi etmeleri gerekir. Bir atasözümüzde denildiği gibi ‘Araba devrilince yol gösteren çok olur.’ Ama o zaman da yol göstermenin bir yararı olmaz. Mesele insanın başına (beklediği) bela ve musibet gelmeden önce doğru, Allah’ın rızasına uygun hareket etmesidir.

‘Başınıza azap gelmeden önce tövbe ile Rabbinize yönelin ve O’na teslim olun. Sonra kurtulamazsınız. Haberiniz olmadan, ansızın başınıza azap gelmeden önce Rabbinizden size indirilenin en güzeline uyun, onu hayatınıza uygulayın (Zümer suresi, 54,55).’

Allah’a sığınmak, Allah’ın (c.c.) El-Hafîz güzel ismini zikretmek bir nasip meselesidir. Düşmanlarından korkanlara değil gerçekten Allah’tan korkanlara, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inananlara bu güzel ismi gereğince zikretmek nasip olur.

Yüce Allah(c.c.) bela ve musibetler başımıza gelmeden önce günahlarımıza tövbe etmeyi, halimizi düzeltmeyi, emir ve yasakları istikametinde yaşamayı nasip eylesin. Bizleri El-Hafîz (Kendisine sığınanları koruyan, saklayan) güzel isminin hürmetine bela ve musibetlere karşı korusun. Âmin.

Muhsin İyi

Allah’ın Es-Samed İsmi Şerif

YazanMuhsin İYİ – 

           Es-Samed, hiçbir ihtiyacı olmayan, kimseye muhtaç olmayan; izni olmadan hiçbir işin hükme bağlanmadığı ve ihtiyaçlar konusunda kendisine başvurulan lider anlamlarına gelir.

Allah (c.c.) doğurmamıştır. Doğrulmamıştır. Bütün varlık âlemi O’nun “Ol!” emriyle yoktan yaratılmıştır. Nedenler zinciri ile varlıklar birbirlerine muhtaçtırlar. Canlı varlıklar yaşamak için birbirlerini yemek zorundadırlar. Biri diğerinin besin kaynağını oluşturur. Ayrıca her canlı varlık ölümlü olmasına karşın nesiller yolu ile varlığını devam ettirir. Ama Allah (c.c.) varlık dünyasına bağlı değildir. O’nun yemeye, içmeye, çoğalmaya ihtiyacı yoktur. O ezeli ve ebedidir. Zamanla kayıtlı değildir. Varlık dünyasının kanunları O’nu bağlamaz. Bundan dolayı O’nun varlığı ve varlığının devamı yaratılmış şeylere bağlı değildir. O hiçbir şeye muhtaç değildir.

Allah (c.c.) kullarının ibadetlerine de muhtaç değildir. Oysa varlıklar O’na ibadet etmeye muhtaçtırlar. Bazı insanlar, Allah’ın (c.c.) nasıl olsa bizim ibadetimize ihtiyacı yoktur, düşüncesiyle hareket ederek ibadetlerinde ihmalkâr davranmaktadırlar. Bu büyük bir zulümdür. Zira tüm varlık âlemi insanın hizmetinde olarak yaratılmışken ve kendi hal dilleri ile Allah’ı (c.c.) zikrederken insan Allah’a (c.c.) ibadet etmeyerek tüm bu nimetlere karşı nankörlük etmektedir. Bu elbette büyük bir cezayı gerektirmektedir. Çünkü her nimet kendi hal diliyle Allah (c.c.) indinde öyle bir insandan haklı olarak davacı olmaktadır.

Es-Samed güzel isminin hiçbir ihtiyacı olmayan, kimseye muhtaç olmayan anlamı dışında bir de izni olmadan hiçbir işin hükme bağlanmadığı ve ihtiyaçlar konusunda kendisine başvurulan lider anlamı da söz konusudur.

Kuran-ı Kerim’de es-Samed güzel ismi sadece bir yerde, İhlâs suresinde (Kulhu Vallahu Ahad Allahu’s-Samed…) geçer. İhlâs riyanın zıddı olan bir kavramdır. İbadetlerde Allah (c.c.) rızası dışında başka bir amaç gözetmemektir. Nasıl es-Samed güzel ismi ile Allah (c.c.) kimseye muhtaç değilse, herkes O’na muhtaçsa, kul da ibadetlerinde ihlâsla sadece O’na yönelir. O’ndan ister. Rızasını umar. Gösterişe düşmez. Allah (c.c.) dışında kimseden bir şey ummaz.

Son yıllarda es-Samed güzel ismindeki hiçbir ihtiyacı olmayan, kimseye muhtaç olmayan anlamı “som” kelimesi ile ifade edilmeye çalışılmıştır. Som bilindiği üzere maddenin katıksız olarak bulunduğu durumdur. Som altın örneğinde olduğu gibi. Yüce Allah (c.c.) varlıklara ait olan her şeyden uzaktır. O Kendi Kendi’sine vardır. Kimseye muhtaç olmadığı gibi her şey de O’na muhtaçtır.

Es-Samed güzel isminin kulda tecelli ettiği en önemli ibadet oruçtur. Oruç tutan bir Müslüman geçici de olsa belli bir süre yeme, içme, cinsel ilişki gibi nefsinin ihtiyaç duyduğu gereksinimlerden uzaklaşır. Bu hal Allah’ın (c.c.) es-Samed güzel ismine uygundur. Ayrıca oruç içine riyanın karışması zor olan bir ibadettir. Allah’la (c.c.) kul arasında adeta bir sırdır. En ihlâslı ibadetlerden birisidir. Bu açıdan da orucun anlamı, Allah’ın (c.c.) es-Samed güzel ismine yakındır.

Tasavvuf yoluna giren kişilerin ihlâsı yaşamaları ve insanlardan beklentilerini kırmaları için oruca değer vermeleri ve sünnet niyeti ile pazartesi ve perşembe günlerini oruçlu geçirmeleri onlara büyük yararlar sağlar. Bu günlerde işi olanlar, kaza niyeti ile tatil günlerinde oruç tutabilirler. Hadis-i şeriflere göre cuma ve cumartesinin tek olarak tutulmamaları, ikisi beraber veya bu günlerin önceki ve sonraki günlerinin de oruçlu olarak geçirilmesi gerektiğini de belirtelim. Yani bir kişi iki günü arka arkaya olmak üzere, cumartesi-pazar, perşembe-cuma veya cumartesi-pazar günleri de oruç tutabilir.

Orucu nafile niyeti ile tutmaktan ziyade kaza niyeti ile tutmak daha yararlıdır. Çünkü Kuran-ı Kerim’de orucun kazası da emredilmektedir. Dolayısıyla bu niyetle oruç tutanlar, hem borçlarını ödemiş olurlar hem de bir farzı yerine getirmenin sevabına kavuşurlar. Şayet üzerimizde oruç borcu yoksa da bazı oruçlarımız yara almış (gıybet, kötü söz, göz zinası vs. nedenleriyle) olabilir. İnşallah kaza niyeti ile tutulanlar bunların yerini alacaktır. İmam-ı Rabbani Hazretleri (k.s), Mektubat’ının çok yerlerinde bir farzın yerini binlerce nafile ibadetin tutamayacağını belirtmişlerdir. Sünnetler de elbette nafilelerden çok üstündürler. Çünkü peygamberi (s.a.s) taklitle yapılan ibadetler, hem çok sevap getirirler hem de çok faziletlidirler. Hadis-i şerifte ifade edildiği üzere bu ahir zamanda bir sünneti ihyanın yüz şehit sevabı getirdiği unutulmamalıdır. Ayrıca sünnet niyeti ile tutulan oruçlar, sevap ve faziletlerin dışında peygamberin (s.a.s) zor zamanlardaki şefaatlerini de kapsarlar. Onun için (eğer üzerimizde oruç borcu yoksa) pazartesi ve perşembe günleri tutulan oruçları sünnet niyeti ile tutmakta büyük fayda vardır.

Es-samed zikri kulda ihlâsı ve gönül tokluğunu oluşturur. Allah’a imanı yakinleştirir. Bu açıdan belaları önleyici olduğu gibi rızkı da celbedicidir. Aynı şeyler oruç için de geçerlidir.

Oruçlar, gelebilecek hastalılara da kefaret olurlar. Hadis-i şerifte oruç sağlıktır diye buyrulması bundandır. Ahirette cehennem ateşine engel olacak en başlıca ibadet oruçtur. Onlarca hadis-i şerif orucun cehennem ateşine kalkan olacağını ve siper vazifesi göreceğini belirtmektedir. Her insanın mutlaka cehenneme uğrayacağı ise ayet-i kerime ile sabittir (Meryem suresi, 71). Çünkü Sırat köprüsü cehennem üzerine kuruludur. Bütün insanlar bu köprüden geçmek zorundadırlar. Tıpkı bazı katlarda duran asansör gibi Sırat köprüsü üzerindekileri cehennemin bazı katlarında ve kısımlarında boşaltacaktır. Müminler cennete bu köprü ile değişik hızlarda varacaklardır. Cehennem Allahın (c.c.) izni ile mümine tuttuğu oruçlar sayesinde tesir etmeyecektir. Ayrıca oruç kullara muhtaç olmayı engelleyicidir. İnsana içerisinde bulunduğu toplumda manevi olarak büyük bir itibar da kazandırıcıdır.

Allah’ın bu güzel ismini zikrederken edebe çok dikkat etmelidir. Onun bu güzel ismini zikirle elde edilecek dünyevi yararlar düşünülmemelidir. Maksat bu güzel isme yaraşır bir şekilde yüce Allah’ı övmek olmalıdır. “Kim ahiret mahsulü isterse onun ürünlerini fazla fazla artırırız. Kim de sırf dünya menfaati isterse ona da ondan veririz, ama ahirette onun hiç nasibi olmaz. (Şûrâ suresi, 20).”

Farz olan oruç dışında bazı sair günleri kaza, sünnet ve nafile oruçlarla süsleyen bir kişi üzerinde Allah’ın Es-Samed güzel ismininin bu sözünü ettiğimiz faziletlerini Allah’ın (c.c.) izni ile tecelli ettirecektir. Bu açıdan oruçlu iken bir miktar Es-Samed güzel isminin zikrini çekip bu güzel ismin anlamı üzerinde düşünmek ve Allah’ı bu güzel ismi ile yürekten övmek dünya ve ahret yararlarına yol açtığı gibi oruç ibadetinin sır ve anlamlarını da kavramaya ve anlamaya yardımcı olacaktır.

Unutulmamalı ki, gerek oruç gerekse Es-Samed güzel isimlerinin manevi hediyelerinin en önemlisi ihlâstır. İhlâs ise tasavvufun elde etmek istediği temel amaçtır. İçerisinde bütün dünya ve ahret mükâfatlarını barındırır. Dinin temeli ihlâstır. Dinde ihlâs sahibi olmadığı zaman Allah korusun münafıklık tehlikesine düşeriz.

Allah’ı dünyevi maksatlar için öven kişiler, dinin gayesinin ahret olduğu gerçeğini unutmuşlardır. Onlar ihlâstan hisse alamamışlardır. Maalesef Yahudiler bu duruma düşmüşlerdir. Onlar dünya için ahretlerini az bir dünya menfaati karşılığı satmışlardır. Dinlerini tahrif etmişlerdir. Allah ümmet-i Muhammedi bu afattan korusun. Âmin. “En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na en güzel isimlerle dua edin. O’nun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır (Araf suresi, 180).”

Es-Samed güzel ismi ile kula düşen görev, Allah’ın (c.c.) hiçbir şeye muhtaç olmadığını, herkesin O’na muhtaç olduğunu düşünerek ibadetlere ihlâsla büyük önem vermektir.

Allah kendisini razı olacağı şekilde tanımamızı ve O’na ibadet etmemizi ve her şeyden önce ihlâsı bizlere nasip eylesin. Âmin.

Sıkıntıları Gideren, Hayır Kapılarını Açan, Allah’ın El-Fettâh Güzel İsmi

muhsin iyi – 24 Mayıs 2012 – 14:29 tarihli yazı

El-Fettâh (kapalı şeyleri açan; sıkıntıları ortadan kaldıran ve sorunları çözen; hakla batılın arasını açan) güzel ismin kökü olan feth, “açmak” anlamına gelir. Bu maddi ve manevi olabilir. İnsanın yaşamında sınıfını geçmesi, bir sınavı kazanması; kalfanın usta olması, bir iş yeri açması, ev satın alması; kişinin nişanlanması, evlenmesi… birer maddi fetih olduğu gibi tövbe etmesi, namaza başlaması, namazdan zevk alması, namazla ilgili bazı sırları yaşaması da birer manevi fetih olarak zikredilebilir. Bu açıdan her ne kadar bu fetihler kulun çalışması ve gayreti ile elde ediliyorsa da bunların her biri Allah’ın (c.c.) izniyle ve El-Fettâh güzel isminin tecelli etmesiyle meydana gelmektedir. Bunun için bir insan, tıpkı rızık hususunda nasıl çalışma ve gayret ile fiili duada bulunuyorsa ve bunun sonucu olarak er-Rezzâk (rızık veren) olan Allah’ın (c.c.) nimetlerine eriyorsa hayatındaki sıkıntıları ortadan kaldırmak, sorunları çözmek, bazı nimetlere ermek için gösterdiği ve birer fiili dua hükmünde olan çalışma ve gayretlerle de Allah’ın (c.c.) el-Fettâh güzel isminin tecellisine vesile olabilir.

Allah’ın El-Fettâh güzel isminin tecellilerini hayatımızda görüp ona şükretmek gerekir. Bütün sıkıntıların çözümünde bu güzel isim tecelli eder. Hayır kapıları bu güzel ismin tecellisi ile açılır. Müslüman birisi etrafındaki nesneleri ve kişileri nasıl duyu organları ile algılıyorsa manevi organları ile Allah’ın bu güzel isminin hayatındaki tecellilerinde de dikkat kesilmelidir. Böyle durumlarda Allah’a şükretmelidir. Ayrıca bu tür tecellileri zaman zaman hatırlayarak duygusallaşmalı, Allah’ı övmeli ve yüceltmelidir. ‘Ama, Rabbinin nimetlerini söyle (say, anlat, hatırla…)! (Duha suresi, 11)’

İnsanın hayatı baştan sona El-Fettâh güzel isminin tecellileri ile doludur. Zira her birimiz annemizden doğduğumuz zaman çaresiz, zayıf, bilgisiz birisi idik. Okullar okuduk, iş hayatına atıldık. Pek çok şeyler öğrendik. Pek çok şeylere sahip olduk. Bu sırada pek çok sıkıntı ile karşılaştık. Bunların bazısını veya çoğunu aştık. Pek çok hayır kapısı bize açıldı. Tüm bunlarda yüce Allah’ın El-Fettâh güzel ismi üzerimizde tecelli etti. ‘O istediğiniz şeylerin hepsinden size verdi. Eğer Allah’ın nimetlerini saymak isteseniz sayamazsınız. Gerçekten insan çok zalimdir, çok nankördür (İbrahim suresi, 34).’

İnsan şöyle bir düşününce, Allah’ın El-Fettâh güzel isminin her gün defalarca kez üzerinde tecelli ettiğini görecektir. Evdeki musluk bozulur, yapılmasa evi su basacaktır. Tamirci gelir, bu sıkıntıyı giderir. Para sıkıntısı çektiğimiz an bir yerden gelen para ile rahatlarız vb. Böyle durumlar dışında iş hayatımızda büyük bir rahatlamaya girebiliriz. Allah hiç beklemediğimiz kapıları açarak iş hayatımızda El-Fettah güzel ismini tecelli ettirebilir. Bütün bu durumlar şükrü icap ettirir.

El-Fettah güzel ismi tasavvuf ve tarikat yoluna giren kişilerde daha bir anlamlı tecelli eder. Çünkü zikir ve rabıta ile yaşanacak binlerce hal vardır. Nakşibendiyye tarikatında zikre 5.000 Lafza-i Celalle (Allah) başlanır. Bu zikir önce kalbe vurulur. Kalp normal şartlarda iki ay içerisinde harekete geçer. Nasıl hamile bir bayanın karnındaki çocuk belli bir zaman sonra harekete geçerse bu zikir de önce karın kısmını yılan gibi oynatmaya başlar. Bu, zikrin kalbe tesir ettiğinin göstergesidir. Bir anlamda manevi bir fetihtir. Sonra başka haller tek tek fethedilir. Letaif noktalarının yanması, ağrıması, açılması gibi. Öyle ki burada bunları tek tek anlatmanın imkânı yoktur. Kısacası Allah’ın El-Fettâh güzel ismi sofide yeni bir halle birkaç ay içerisinde başka bir şekilde tecelli eder. Bunun sonu yoktur. İlahi tecelliler her kişide farklı tecelli ettiği gibi kişinin hayatı boyunca da bu farklılık devam eder.

Tabii feth deyince aklımıza hemen büyük bir ibadet olan cihat gelir.

Tarihte İslam devletlerinin bir fetih üslubu ve yönetim anlayışı vardı. Allah (c.c.) onlara el-Fettâh güzel ismiyle yeni toprakları fethetmeyi nasip eylediğinde sivil halka ilişmiyorlardı. Amaçları o topraklarda kurulan İslam devletiyle insanların Allah’ın (c.c.) diniyle tanışmalarını sağlamaktı. Adaleti, insanlığı görüp yaşamalarını gerçekleştirmekti.

“Dinde zorlama yoktur (Bakara suresi, ayet 256).” ayeti gereği tarihteki İslam devletlerinde farklı dinlerin mensuplarına saygı ve hoşgörü gösterilmiştir. Müslümanlar, Gayri Müslimlerle gerek bireysel gerek toplumsal ilişkilerinde kendi dinlerinin hak olduğunu bunlara kanıtlamak zorunda hissetmişlerdir. Gayri Müslimlerin büyük çoğunluğunun gönüllerini Allah’ın (c.c.) el-Fettâh güzel isminin tecelli etmesiyle kazanmışlardır. Onları inançlarında özgür bıraktıkları halde büyük kısmının gönül rızaları ile Müslüman olmalarına vesile olmuşlardır.

Bugün fetih genellikle manevi alanda gerçekleşmektedir. Kalpler İslam dinine kazandırılmaya çalışılmaktadır. Bunda da tıpkı atalarımızın fethettikleri topraklar üzerinde Gayri Müslimlere gösterdikleri hoşgörüyü, saygıyı insan ilişkilerinde temel almak zorundayız. Çünkü İslam dini başka dinlerdeki ve ideolojilerdeki zorbalığın ve baskının yerine bu yüce kuralı ile gönülleri fethetmektedir.

Kuran-ı Kerim’deki Fetih suresi de Allah’ın El-Fettâh güzel ismi gibi bir fazilete sahiptir. Fetih suresi okunduğunda hayatımızdaki sıkıntıları ortadan kaldırmak, sorunları çözmek, bazı nimetlere ermek gibi nimetlere vesile olur. Onun içindir ki peygamberimiz (s.a.s), Fetih suresi nazil olduğunda şöyle demişlerdir: ‘Bana bu gece öyle bir sure nazil oldu ki o sure benim için hem dünyadan hem de dünyadaki bulunan her şeyden daha hayırlıdır.’ Peygamberimizin (s.a.s) bu surenin faziletlerini, nimetlerini dünya ve dünya içerisindeki nimetlerle kıyaslaması manidardır. Bunun altında yatan bir hikmet bulunmaktadır. Zira bu sure öncelikle hediyelerini dünyalık nimetlerde göstermektedir. Sıkıntıların ortadan kalkması, hayırlı işlere kapı açılması dünyaya ait büyük nimetlerdir. Aslında bu sure dünyanın bütün nimetlerini kapsamaktadır. İşte bu sure-i şerife Allah’ın izni ile bütün dünya nimetlerine vesile olmaktadır. İnsan kendisine haftalık sure-i şerife virdi edindiğinde en az haftada bir gün de olsa bu sure-i şerifenin okunmasına da yer verebilir.

İnsan kendi küçük aklı ile kendisine neyin lazım olduğunu bilemez. Hayırlı gördüğü bir şey hakkında şer olabilir. Yine şer olarak gördüğü bir şey de hakkında büyük hayırlar barındırabilir (bk. Bakara suresi, 216). Bunları bizim önceden bilmemiz imkânsızdır. Onun için dualarda istek genel olarak belirtilmeli yani hakkımızda hayırlı ne ise onun gerçekleşmesi istenmelidir. Bu aynı zamanda edebe de uygundur.

Allahın güzel isimleri ile tevessül yapılabilir. Hususiyle El-Fettâh güzel ismi ile de tevessül yapılabilir.
Allah’ın (c.c.) güzel isimleri ile dua etmek, yani uygun düşen güzel isimlerle Allah’a (c.c.) tevessül etmek, duanın kabul olmasında çok etkilidir. Tevessül etmek duada bu isimleri vesile kılmaktır.
Allah’a (c.c.) güzel isimlerle tevessül etmek, Allah’a (c.c.) hamd u senâ edip peygamberine ve âl u ashâbına salât ve selâm getirdikten sonra dua konumuza uygun olan güzel isim yada güzel isimleri seçmekle ve duamızda zikrederek bunun yada bunların hakkı, fazileti, bereketi üzerine Allah’tan (c.c.) istemekle olur. Örneğin El-Fettâh güzel ismi ile şöyle tevessül yapılabilir: ‘Allah’a sonsuz hamd u senalar olsun. Peygamberimize çokça salât ve selam olsun. Ey yüce Allah’ım, Senin El-Fettâh güzel isminin hürmetine şu sıkıntılarımızı kaldır, şu hayırları nasip eyle. Âmin.’

Zikir ise sadece Allah rızası için yapılmalıdır. Bu Allah’ın (c.c.) güzel isimleri için de böyle olmalıdır. Zira zikir aşk gibi bir yüce duyguyla çekilir. İsimleri arka arkaya söylemenin başka bir mantığı yoktur. Allah’ın güzel isimleri Allah’ı övmek ve yüceltmek gibi bir ulvi gaye ile çekilmelidir. Dünyevi bir maksatla zikrettiğimizde bu her şeyden önce edebe aykırıdır. Allah’ın rızası niyeti ile zikir çekildiği zaman yüce Allah o kişiye ilgili Esma-i Hüsnanın dünyaya bakan faziletlerini, nimetlerini de armağan olarak verir. ‘Allah (c.c.) sonsuz lütuf ve ihsan sahibidir (Hadid suresi, 29).’ Allah (c.c.), kapısına geleni boş göndermez. Zira zikirle insan Allah’ın kapısını çalar.

Her Esma-i Hüsnanın dünyaya bakan faziletleri, hediyeleri vardır. Yani bir kişi herhangi bir Esma-i Hüsna zikrini çekerse havas bilgileri olarak kitaplarda geçen nimetlere Allah’ın izni ile erişebilir. Ama burada yanlış olarak gördüğümüz husus, kişilerin zikri çekerken Allah rızası dışında bir gayelerinin olmalarıdır. Dünyevi maksatlarla zikir çekmeleridir. Zikir sadece Allah rızası için çekilmelidir. Bundan başka Allah’ın güzel isimlerini zikir ile amaçlanan şey, Allah’ı övmek, yüceltmektir. Gerçi bu da Allah’ın rızasına muvafık olan bir şeydir.

Kalp saniyede halden hale girer. Değişkendir. Onu bir noktada tutmak zordur. Hele zikir sırasında bu daha çok olur. Nefis ve şeytan vesveseleri ile kalbi bulandırırlar, zikri dünyevi bir amaç haline dönüştürebilirler. O yüzden Nakşibendiler, Lafza- Celal zikrini her tespih devredişinde (100 adetten sonra) ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allahım Sen maksadımsın, isteğim de Senin rızandır.)’ demektedirler. Böylece sapmış, sapacak, dönek, renkten renge giren, girecek olan kalbe rotasını gösterirler. Kalp bu rotadan saptı mı zikir yarar değil insana zarar vermeye başlar. Bu durum Esma-i Hüsna zikrinde daha çok kendisini gösterir. Yani kalp Esma-i Hüsna zikrinde rotasını şaşırmaya daha müsaittir. Esma-i Hüsna zikrini çekerken kalp O’nun rızası dışında başka yerlere takılabilir. Onu uyarmak ve doğru yola sevk etmek gerekir. Onun için Esma-i Hüsna zikri çekerken ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allahım Sen maksadımsın, isteğim de Senin rızandır.)’ sözünü en azından başta ve sonda birer kere de olsa söylemek ve bu konuda kalbi uyarmak gerekir. Daha çok söylemek daha büyük yararlar sağlar.

Dualarımızda dünyevi şeyleri isteyebiliriz. Ama duada ahreti de unutmamak gerekir. Aslında dinin ruhu ahret olduğu için öncelikle ahrete talip olmamız gerekir. “Kim ahiret mahsulü isterse onun ürünlerini fazla fazla artırırız. Kim de sırf dünya menfaati isterse ona da ondan veririz, ama ahirette onun hiç nasibi olmaz. (Şûrâ suresi, ayet 20).”

Allah (c.c.), El-Fettâh (kapalı şeyleri açan; sıkıntıları ortadan kaldıran ve sorunları çözen; hakla batılın arasını açan) güzel isminin hürmetine bizlerin bütün sıkıntılarımızı gidersin, bizlere bütün hayır kapılarını da açsın. Âmin.
Muhsin İyi

Loading

72.574 - 1
DİKKAT: Hakaret, küfür, tehdit içeren mesajlarla ilgili gerekli yasal işlemler yapılır. Tüm gönderilerde IP adresleri ve gönderim tarihi sistem tarafından kaydedilmektedir. Soru veya mesaj göndermeden önce nezaket kurallarına dikkat ediniz.

Aşağıdaki formu doldururken isim kısmında takma ad veya rumuz kullanabilirsiniz. İnternet sitesi kısmını boş bırakınız. Gerekli alanlar * ile işaretlenmiştir. Eposta adresiniz yayımlanmaz.

Virtual server için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir


“Tasavvufta Hiç ve Tasavvufta Vahdeti Vücut ve Vahdeti Şühut” üzerine 50 yorum.

  1. Merhabalar çok güzel anlatmışsinız teşekkürler Bu HİÇ dersini nasıl hayatımıza uygulayabiliriz acaba hergün neler yapabiliriz. Birde hiç yazisinin telefon göruntusu olarak alabilecegim bir uygulama varmi tesekkurler

    1. Rica ederiz Emel hanım size de merhaba.
      HİÇLİK dersini hayatımıza tefekkür ile tatbik edebiliriz. Özet olarak her şeyin sahibi Halık-u Zül-Celal’dir. Canımız bedenimiz, malımız sahip olduğumuz ve olmadığımız ne varsa her şeyimiz O’nun emanetidir. Allahın verdiği kudretle Onun verdiği ilimle Onun verdiği elve ayakla çalışıp kazanıyoruz O dilediği için varlık ayakta durmaktadır. O dilediği için tüm evren anında yok olmaktan kurtulup varlıkta durmaktadır.
      İmamı Rabbani hazretleri “Allah bu âlemi his ve hayal mertebesinde yaratmıştır” buyurarak hiçliğin ne demek olduğunu çok daha güzel ifade etmiştir.
      Esasen bu söz üzerine on cilt kitap yazılmış olsa yine de bu cümlenin içeriği tam olarak anlatılmış olamaz.

  2. “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.” sözü Peygamberimizin sözü değil Hz Ali’ye ait bir sözdür.

  3. Allah (c.c) razı olsun. Hiç kelimesinin yazılı üç harften oluşandan daha fazlası olduğunu gönlüm hep derdi de böyle büyük bir anlamı olabileceğini aklım almazdı.

    1. Rica ederiz kardeşim. Yüksek anlayış ve takdiriniz için biz de teşekkür ederiz.

  4. Merhaba, benim eşim vefat edeli iki yol oluyor ama ben ‘O’na çok üzüldüm ve halen de çok üzülüyorum çünkü o kadar hayallerimiz vardı ki…. mahvoldum üzülmekten ne yapmam lazım?! Acil beni görünnn

    1. Korhan efendi! Ölenle ölünmez. Herkes bir gün ölecek, eceliniz geldiğinde siz de öleceksiniz. Çünkü bu dünya ebedi ikametgah değil geçici vatandır. Yeniden evlenin.

  5. Selamun aleykum hocam,İyisinizdir ınsaallah. Hiç hattını netten buldum ama emin olmadım.
    Size zahmet ozelden bana fotosunu atarmısınız.
    05511669707

    1. Selamun aleykum tekrardan Hocam buldum ben, ama ekrana koyduğum Hiç hatı dogru mudur diye teyet etmek amacı ile size sordum. Hakkınızı helal edınız

    2. Aleykümselam.
      Uğurcan kardeşim Hangi ekrana konulan hiç hattını sorarsınız?

  6. Kuran-ı Kerim’ den sonra imanın zirve noktası,dertlerin dermanı,hastaların şifası,şeytanın ve cinlerin baş edemediği kitap Risale-i Nur ‘dur.

    1. Kuran’dan sonra Peygamberimizin hadisi şerifleri vardır. Risale-i Nur İlahi kelam değil Peygamber sözü de değil. Bir kelam aliminin sözleridir o kadar abartmayınız.

    2. Kur’an-ı Kerim’in Türkçesini okuyup anlıyacaksınız ki ne diyor ? Yoksa onun bunun yazdığı ancak adabı muaşeret kitabı olur ancak!!! Allah’ın kitabını okuyun kardeşim!!!

    3. Korhan kardeşim size Kuran’ı anlamayın demiyoruz bilakis Kuranı doğru anlamanız için ehil bir tefsir okumanızı tavsiye ediyoruz..
      Kuran meallerini okuyup Kuran’ı anlamaya çalışanlar Kuran’ı yanlış anlıyor bir süre sonra da akıllarında Kuran’a karşı şüpheler oluşarak başka din arayışına girdiklerini esefle müşahede ediyoruz..
      Kuran’ın hüküm bölümlerini doğru anlamak için mezheb imamlarının içtihadına tabi olmanız gerekir. Aksi halde sırat-ı mustekimden saparsınız. Mezheb imanları ve onlara bağlı ehli sünnet uleması Kuran’ı, onun tefsiri olan hadisleri ve ashabın içtihadlarını herkesten daha iyi bildikleri için Kuran ve hadislerden en doğru hükümleri onlar çıkarmaktadır.
      Kuran’ın hikmetlerle ilgili ayetlerinden anlayamadıklarınızı ise ehli sünnet alimlerinin kitaplarını okuyarak öğreniniz. Kitaplarda da bulamazsanız bize sorunuz.

  7. Es Selamu Aleykûm. Îzninizle ben bikaç şey danışmak istiyorum. Sürekli vesvese yaptığım içinden çıkamadığım konular. Nazardanmı bilemedim çok takıntılıyım.
    1; hiç tefekkürü yapınca resmimden ismimden utanıyorum sanki günah işliyor gibi hissediyorum bu vesvesemi resim paylaşmak varlıktan benliktenmi? Paylaşmasammı?
    2;ölüm tefekkürü yapınca sosyal ağ herşeyi sildim ölmeden ölmeye hazırlanmaya çalışıyorum, takıldığım sorun burda şu ki; kendimi ölü gibi düşünüp kimseye tebliğ etmiyorum. Ailem bile dinlemiyor diye susmayı tercih ediyorum ama içimden bir ses kendin islah değilsen bile elden geldiğince iyiliği emret kötülükten nehyet diyor? Susmak yok olmakmı hayırlı? Yoksa yok olup Allahtan insanlara iyilikler tavsiye etmek hoş şeyler paylaşmakmı hayırlı?
    3; tamamen hiç ol, sus, telebbusu rabita yap. Teslim ol Allaha cc birak. Halden anlamayan kalden anlamaz. Sen kendi nefsinle uğraş diyor öylemi yapsam?
    Zahmet olmaz ise kısa kesik cevaplar değilde beni mutmain edecek gönlümü rahatlatacak cevaplarınızı istirham eder ellerinizden öperim.

    1. Aleykümselam.
      1- Hiçlik tefekküründe resminden isiminden utanman hiçlik mertebesinin hakikatine eremediğini gösterir ki o vesvesedir. Gerçek hiçlikte sana ait hiçbir şey kalmaması sadece işlediğin günahlardan dolayı utanç gelmesi gerekirdi..
      2- Ölüm tefekkürünün yararı dünyanın faniliğini anlamak, dünya hırsını sevgisini kalpten atmaktır. Yoksa emri marufu nehyi anil münkeri terk etmek şeytandandır.
      Seni ihlasa, samimi kulluğa götürmeyen rabıta ve ölüm tefekkürü şeytandandır.
      3- Ölçün şu ayet olsun içine gelen evham ve hayaller değil. Mealen:
      “Sizden öyle bir cemaat bulunmalıdır ki (onlar herkesi) hayra çağırsınlar, iyiliği emretsinler, kötülükten vazgeçirmeye çalışsınlar. İşte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendisidir.” Âli İmran 104

    2. Çok güzeldi. Peki son bir soru; geçmişe göre rabıta beni günahlardan aldı fakat hamım hala. Pişmedim. Geçmişte çok yuksek zikir çektim. Ve içimde vesveseyi veren musallat var. Kurtulamıyorum bundan. Elimden geldiğince teslim olup edep adaba uyuyorum ama virüs çok ciddi sıkıntılar verdi. Kalp mide kramp tarzı nefes darlığı var zikri çektiğim halde düzelemiyorum. Nazardan denilmişti geçmedi senelerdir. Bir tavsiye rica ederim bu hal için. Gavs hazretlerinden dua istedim. Înşaellah dedi. Musallat nazarmi sihir mi ne dir bilmem ama çok çektirdi. Fakat onun sayesinde sigarayi bile biraktim. Bu belalar rizaya yonlendirdi beni. Nasuh tovbe etmeye gayret ediyorum. Gececek insaellah. Derdim derya gibi. O yuzden bir tavsiyeniz olur belki yukum hafifler diye soruyorum.

    3. Son bir soru demeyiniz. Çünkü böyle diyenler tekrar soru sorduğunda yalan söylemiş oluyorlar. Sizlerin durup dururken bilmeden yalana düşmenizi istemeyiz.
      ***
      Sırf rabıta ile pişmek hayalperestlik olur. Pişmek için çile çekmek, sabırla pişmek, ibadetle güçlenmek, ilimle ziynetlenmek gerek.
      Kuru bir teslimiyet insanı şeytanın kucağına düşürür. Önce akaid ve fıkıh ilmini gerektiği kadar öğrenmek gerek, sonra onunla amel etmek gerek sonra yapılan ibadetleri ihlasla yapmak gerek. Mürşidi vasıta, ayna bilmek, feyz ve ilerlemeyi Allahın fazlından bilmek gerek.
      Musallat cin şeytanlarından olur. Akaid ilmini iyi bilmeyenlere musallat olurlar.

    4. Var olunuz. Niyetimizide etmiştik ve dedik ki eğer aklımıza bidaha soru gelirse sormayalım ki yalan olmasın münafık alametidir başka zaman sorarız. Tavsiyeleriniz hoştur kabul ettik. Rabıta yetmez doğrudur ama mürşidi kamil hepsine yetecektir biiznillahi teala. Şeytan oyunu telebbusu rabitadan yapiyor. Giydirip haram nazara dusurup zarar gorsun diye. Fakat niyeti Allah rizasi olani Rabbul alemin yolda birakmaz, cektikleri gunahina kefaret olur insaellah. Cin şeytanları aklımı baştan alıyor ama sabret gececek diyor bir manevi güç. Allahu Teala sabredenlerle beraberdir. Îlahi ente maksudi ve ridaike matlubi. Amin. Sevgili hocam sizden çok menfaat gördük. Ne amelim ibadetim var ise size infak ediyorum. Allahu Teala kabul eylesin. Allahu Teala mubarek eylesin. Allahu Teala ya emanet olunuz. Bu fakire dua buyrunuz. Vesselam.

    5. “Mürşid yeter” demenizi doğru bulmuyorum. Nice amelsiz ilimsiz kişilerin “mürşid yeter” deyip hüsrana uğradıklarına şahid oldum.
      Bu hususta büyük mürşîd İkinci bin yılının mücedidi İmamı Rabbani El-Farukî Es-Serhendî hazretleri, tasavvuf yoluna gireceklerin ilk önce ehli sünnet akaidini öğrenmeleri gerektiğini daha sonra kâfi miktarda fıkıh ilmi öğrenmelerini ve ona göre amel etmelerini, daha sonra ise kâmil ve mükemmil bir mürşide intisab edip ihsanı yani ihlası elde etmeleri halinde ancak kurtuluşa erebileceklerini beyan ederler.

    6. Cevaplarınız için teşekkür ederim. Sizi üzmüşsem özür dilerim. Hakkınızı helal edin. Îmam Rabbani ks himmet bereketi üzerinize olsun. Hayırla kalınız.

    7. Allahu teala razı olsun kardeşim. Hakkımız varsa helal olsun. Selam ve dua ile baki kalınız.

  8. Selamun aleykum.
    Tasavvufu bana şirk diye gösterenlere ve onlara inanan bana yazıklar olsun.
    Allah sizden razı olsun. Meğerse ne güzel bir yolmuş bu yol..

  9. Hocam selamın aleyküm benim sıkıntım çok büyük alkolle başım dertte ne yapsam ne etsem bir şekilde gidip yine içiyorum insanlara güvenmiyorum herkesi yalancı diye bakıyorum hiç arkadaşım yok insanları sevmiyorum hiç olmak istiyorum vesveseler peşimi bırakmıyor içimde benden başka kötü birisi var savaşıyorum ama o kazanıyor

    1. Aleykümselam İsmail.
      Çivi çivi ile sökülür demiş atalarımız.
      Bir kötülüğü terk ettiğimizde onun boşluğunu bir iyilikle doldurmazsak ya aynı çukura düşeriz ya da daha beterine düşebiliriz.
      “İçki bütün kötülüklerin anasıdır” buyurdu Peygamberimiz. Camüs-Sağır’da ki bir hadisi şerifte Peygamberimiz;
      “Devamlı içki içen kimse puta tapan gibidir” buyurdu.
      Bir başka hadisi şerifte Peygamberimiz;
      “Bir kimse içki içeceği vakit iman ona der ki; dur ey lanetli. Ben çıkayım sonra sen gir. Zira senin olduğun yerde ben duramam, der ve iman ondan çıkar. Ta ki o kimse ayıkıncaya dek iman ona geri dönmez” buyurdu.
      Allah korusun, bu durumda devamlı içki içen veya içkili haldeyken alkollü olarak ölen bir kimse imansız olarak ölecektir. Üç günlük dünyada bir iki saatlik çakır keyif için cehennemde sonsuz kalmaya değer mi?
      Sana tavsiyem:
      * Önce tövbe et.
      * Sonra beş vakit namaza başla.
      * Namazlarını camide cemaatle kıl.
      * Asla içkili ortamlarda bulunma ve içki içen kimselerden uzak dur.
      * Kendine bir iş bul onunla meşgul ol.
      * Bekarsan evlen ve iyi çocuklar yetiştir.
      * Ölüm yokluk değildir. Ölüm; bir odadan bir odaya geçiş gibi dünyadan ahirete göç olayıdır.
      * Ölümü çok düşün ve ölümün sana ne vakit geleceğini bilemeyeceğin için her an ölüme hazır ol.

  10. Es Selamu Aleykûm.
    Hocam letaif zikrindeyim daima rabıtalıyım. Ama nefsimde şehvete şiddetli istek var ıslah olmadığı için ayrıca büyünün tetiklediği için çok ciddi sıkıntılar çekiyorum. Geçmişimde kafama göre yüksek zikirler çektim. Sihir ondan başıma gelmiş olabilir. Riya kibir her bi pislik vardı. Bunun vesilesiyle kendime çeki düzen verdim ama. Kurtulamıyorum. Yedirmişler midemde. Ne yapsam gitmiyo. Zıplıyo bedenimde geziyo. Kusmadıkça sihri imkanı yok mahfediyo. Rabıta zikir hatmedir var. Ama gitmiyo iştem yolda zikzak çiziyorum. Hiç bişey hatırlamıyorum. Beynim yıkanmış gibi. Bütün dengelerim alt üst oldu. Susuyorum sabrediyorum ama durumum ciddi. Ne yapabiliriz?

    1. Aleykümselam sofi.
      Rabbimiz, sizi ve bizi nefsimizin ve şeytanların şerrinden muhafaza kılsın.
      Kurban, zikriniz lefaiften nefy-i isbata geçsede nefis mutmeinne olmadıkça nefsin azgınlığı hiç bitmez. Sadatların beyanına göre sofinin zikri nefyi isbata geçtiğinde dahi nefis mutmeinne değildir.
      Ehli sünnet itikadına göre iman edip, Kuran ve sünnete göre amel edildiğinde ancak nefsin azgınlığı dindirilebilir.
      O sebeple nefsi ancak farz ve sünnetleri yapmakla, haramlardan ve tahrime mekruhlardan çok sakınmakla dizginlemek mümkündür. Hatme, rabıta ve zikir bunlardan sonra fayda sağlar.

    2. Amin hocam. Peki bu sihir sandığım nazar olabilirmi. Kendimi unuttum kalbim kilitli nefes almakta zorlanıyorum. Bu sıkıntı için ne yapabilirim bir nasihatiniz olurmu?

    3. Sihir yapan kafir olur ama sendeki feyzi alamaz. Kötü nazar da insanı hasta eder.

    4. Peki güzel hocam, bundan nasıl kurtulacağız? Kalp mide kramp dolu derinden nefes alamıyorum. Sürekli uykum var ve hayal dünyasında gibiyim. Sırtım delik deşik ağrılar var. Okuyorum korunuyorum ama yok aynı. Perişanım kısaca. Ne yapabiliriz bu durumda ?

    5. İnsanların içinden yüz binde birisi çıkamaz,

      Zira oraya çıkmak için kendine hakim olmalı,

      Bir kalb te emel ve istek varsa yollarda kalır.

      Ancak hürmetle hakareti bir tutanlar başarırlar.

      Oraya ancak canlı cenazeler çıkabilir..

      Ey avare yolcu olan nefsim, Yürü burada durma,

      Bu alemin güzellikleri seni sevgiliden almasın,

      Bu eşsiz manzaraların hepside rüya ve hayel,

      Ey zavallı nefsim yürü ve durma..

      Kendi aslına kavuş buralarda durma,

      Geçici süsleri bırak ta, vuslat şarabı iç,

      Yürü, hiçlik meydanında er ol,

      Yürü de Allah ın hiçlik sırrına vakıf ol.

    6. Yazılara bakmadığım bir gün varmı? Bilmiyorum. Pskolog yerine yazıları tercih ediyorum. Âllahu tealanın bu paylaşımları menfaatsiz yazandan ebeden razı olmasını temenni ediyorum. Allahu tealaya emanet olunuz…

  11. Allah senden razi olsun qardas!
    “Hic” deyilen bir semvol gordum,xosuma gitdi,tattoo yapdiracaqdim.Arama yaptim anlamini,senin yazin cikdi.Cox gozel yazmisan,varol qardas!

  12. Geri bildirim: Hiç – 1 – filograf.ist

  13. Islam inancına gore, hic kimse yok olmamaktadır. Ölum kisilerin yok olusu degil beden ve ruhun birbirinden ayrılmasıdır. Bu ayrılma sonucunda bedenler yok olmakta, çürumekte ve topraga dönusmekte olsa da ruh degişmeden ahireti beklemektedir. Berzah denilen kabir hayatından sonra, insanlar ebedi bir hayat icin yeniden diriltilecek, yani ruhlara o aleme uygun bedenler verilecektir.

  14. Geri bildirim: NİHİLİZMDEKİ “HİÇ” TEN TASAVVUFTAKİ “HİÇ”E DOĞRU | İsmail Hakkı ALTUNTAŞ

Virtual server için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et